YAŞAMIN HAKİKATİ VE İNSANDAKİ GERÇEKLEŞMESİ
26 Îlon 2013 Pêncşem
Belirtilenler her şeyin varoluşsal olarak enerjinin çocuğu olduğunu ortaya koyar. Potansiyel olarak her şeyi kendi bağrında taşıyan enerjinin varlık-yokluk denkleminde varlığın yokluğu yenmesi sonucu gerçekleşen her şeydir, madde
Acaba neden varız? Dahası var olmaknedir? Yaşam nedir, nasıl oluşur? Kimdir yaşayan, var mıdır yaşamayan? Yaşam dâhil olunan mıdır, yoksa bizzat yaratılan mıdır? Her şey kendini seyretmek isteyen aşkın bir gücün tezahürü müdür? Yoksa ancak bizimle varlaşabilen bizden biri midir, bizi var eden? Dahası biz ve her şey sadece var kılınanlar mıyız, yoksa gerçek yaratıcılar bizzat bizler miyiz? Temel yaratıcı ilke, aşkın mı, içkin mi…?
‘Kendi farkına varan doğa’ olarak insanın muhtemelen başından beri kendine sorduğu sorulardır bunlar. Bu çocukça sorular, basitteki karmaşıklığın ve içinden çıkılamazlığın tüm özelliklerini içeriyor. Tüm geçmişine rağmen hâlâ üzerinde en fazla kafa yorulması ve anlaşılması gereken sorular olmaya devam ediyor sorduklarımız.
Önderliğimizin de “asıl muamma bir’in neden ikileştiğidir?” diye sorarak cevabını ‘varlık-yokluk’ denklemine oturttuğu bu yaşam sorunsalını Hegel ‘hiçlik-her şeylik’ çerçevesinde ele alır. Hegel’in temel yaratıcı ilke anlamındaki tanrı diye de okunabilen mutlak tin’i daha hiçbir şey yokken vardır. Ancak bu var olma hali, potansiyel olarak bir var oluştur. Mutlak tin, potansiyel olarak gücü her şeye yetendir, yaratıcı ilkedir. Bu yönüyle her şeydir, ancak henüz herhangi bir cisme kavuşmadığı için de hiçbir şeydir. O nedenle Hegel diyalektiğinde her şeylik ile hiçbir şeylik aynı şeydir. Diğer deyişle, potansiyel olarak gücü her şeye yettiğinden her şey, ama henüz şeyleşmemiş-cisimleşmemiş olduğundan da hiçbir şeydir. İşte bu durum bir kutuplaşmadır, çelişkidir, gerginliktir. Bu gerginlik, ortada henüz şeyleşme olmadığından yokluk anlamına gelen kendisi gibi kalma ile varlaşma anlamına gelen değişme arasında yaşanan bir gerginliktir. Ve asıl oluşu, var olmayı sağlayan da bu durumdur. İşte oluş bu çelişkinin bir ürünüdür. Varlık-yokluk arasındaki bu çelişki bir hareketi, hareket de oluşu gerçekleştirecektir. Hegel’in gücü her şeye yeten mutlak tin’i, yaşadığı gerginlikten evreni yaratarak kurtulacak ve böylelikle hiçbir şey olmaktan çıkacaktır. Hegel’in mutlak tin’i artık hiçbir şey değildir, o potansiyelindeki her şeyliği gerçekleştirmiştir, böylelikle de varlaşmıştır. İşte her türden oluş olarak ele alınabilecek yaşama dair Hegelyen yorum bu temeldedir.
Hegel’in mutlak tin için söylediğini tek tanrılı dinler tanrının dilinden“ben bir sır idim, bilinmek için evreni yarattım” söylemiyle kendi cephelerinden cevaplandırır. Özünde aynı şeyin anlatıldığını anlamak zor değildir. Temel fark, temel yaratıcı ilkenin aşkın mı, içkin mi olduğunda düğümlenmektedir. Tek tanrılı dinler ve daha öncel mitoslar temel yaratıcı ilkeyi, eşdeyişle yaşamın yaratıcısını aşkın bir konuma yerleştirerek, evreni tüm bileşenleriyle birlikte nesneleştirirken, Hegel kamutanrıcı bir anlayışla temel yaratıcı ilkeyi evrenin içine yerleştirir. Her iki yaklaşımda da tanrısallık temel yaratıcı ilke olarak ele alınmasına karşın, birinde tanrı evrenin dışında, diğerinde evren başladığı noktaya dönen bir tanrı olarak tasavvur edilmektedir.
Peki, gerçekte olan nedir? Her şeyin en kısa anda değişim-dönüşümü yaşadığı ve hiçbir şeyin olduğu gibi kalamadığı bu evrensel gerçekliği nasıl anlamalıyız? Kendimiz de dâhil her şeye dikkatlice baktığımızda hiçbir şeyin olduğu gibi kalamadığını görüyoruz. Çünkü evrenimizin kendisinden çıktığı küçük enerji küreciğimiz bundan aşağı yukarı 15 milyar yıl önce olduğu gibi kalmaktan, eş deyişle yokluktan vazgeçti. Kendini var kılarak değişmeyekarar verdi. O an bu andır, evrenin her yerinde, her şeyinde ister farkında olalım, ister olmayalım gerçekleşen, bir değişim-dönüşümdür. Bu yönüyle on beş milyar yıldır Heraklitos’un deyişiyle ‘değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.’
Peki, kimsenin inkâr edemeyeceği bu değişme de neyin nesi?
Gerçekte bu değişimi sağlayan nedir?
Neden değişir - dönüşürüz?
Oluş ve Yaşam
Demokratik modernitenin kaba materyalist ve pozitivist olmayan bilim anlayışı,doğadaki tüm değişim ve dönüşümlerin kaynağına ‘madde-enerji-mekân üçlüsü arasındaki ilişki sisteminin sabit olmaması’nı koyar. Enerji merkezli bu temel oluşturucu ilkeyi daha iyi anlayabilmek için verilen şu örneklere bir bakalım:
“Su, enerji yoğunluğu az (soğuk) bir ortamdaysa, moleküller birbirlerine sıkı-sıkıya bağlanmış şekilde, yani ‘buz’ halindedir; moleküllerde bir hareketlilik gözlenmez.
Ortamdaki enerji yoğunluğu artarsa, moleküller arası bağlantılar gevşer ve gram başına seksen kalorilik enerji bağlayarak su haline geçer; bu defa moleküller ‘hareket’ halindedir, yani enerji yüklüdür.
Enerji yoğunluğu (sıcaklık) daha da artarsa, her derece artışına karşılık bir kalorilik bir enerji daha yüklenerek, daha da hareketli (enerji yükü daha fazla) bir duruma geçer.
Buharlaşma noktasına ulaşıldığında, bu defa gram başına 540 kalorilik bir enerji daha bağlayarak buhar haline geçer; yani su molekülleri arasındaki bağlantı çok daha azalmış olur. (Maddedeki şekil değişikliğine bağlı olarak, elbette, kapladığı mekân boyutu da değişir!)
Ortamdaki enerji yoğunluğu daha da artarsa, H2O molekülleri de dağılıp, iyonlarına, yani H+ ve O- parçalarına ayrılır ve çok daha fazla enerjik olur. Parçacık boyutu küçüldükçe, parçacığın hareketlilik yeteneği, dolayısıyla depolayabileceği enerji miktarı da artar. Yani, ortamdaki enerji yoğunluğu arttıkça, maddeler daha küçük, ama daha enerjik parçalara ayrılır. Bu olay, atom altı parçacıklara kadar devam eder ve evrenin başlangıcını belirler.
Açıklanan bu enerji-madde-mekânüçlüsü ilişkisinden anlaşılacağı üzere, doğada var olan madde türlerinin boyutu, ortamdaki enerji yoğunluğuna bağlıdır. Madde ne kadar küçük boyutlu ise, o derecede yoğun bir enerji ortamında ‘yaşar’! Enerji yoğunluğu ne kadar az ise madde o oranda büyük boyutlu olur! Şimdi de tersinden gelelim, yani enerjiden maddeye doğru gidelim:
a)Maddenin saptanabilen en küçük parçacıkları quark, lepton gibi atom-altı-parçacıklarıdır ve çok çok yoğun enerjik ortamlarda yaşarlar.
b)Ortamdaki enerji yoğunluğu biraz daha azalırsa, bu atom-altı-parçacıklarının kombinasyonlarından proton, nötron gibi atom çekirdeği parçaları oluşur.
c)Ortamdaki enerji yoğunluğu biraz daha azalırsa, bu proton ve nötronların elektronlarla kombinasyonlarından (demir, karbon, bakır, oksijen, azot, vs. gibi) doğada yaygın kimyasal elementler oluşur.
d)Ortamdaki enerji yoğunluğu biraz daha azalırsa, bu temel kimyasal elementlerin kombinasyonlarından, (su, kuvars, metan, amonyak, vs. gibi) moleküller oluşur.
e)Ortamdaki enerjinin 0 ile 100 C arasında ve gezegen büyüklüğünün de (ne Jüpiter, Satürn gibi çok büyük, ne de Ay gibi çok küçük olmadığı) Dünya büyüklüğündeki gezegenlerde, su-karbondioksit-metan-amonyak gibi moleküllerin karşılıklı etkileşimlerden adenin, timin, guanin, cytosin gibi daha büyükçe moleküller ve onların da üçlü kombinasyonlarından aminoasit denilen organik moleküller oluşmaktadır.
Bu şekilde, madde çeşitliliği sürekli artmaya başlar. Madde çeşitliliğinin artmasına paralel olarak, enerji çeşitliliği de artar.”1
Maddenin aldığı biçim, yaşadığı değişimler hem bağrında taşıdığı enerji miktarı hem de maruz kaldığı enerji ortamına göre değişmektedir. Böylelikle herhangi bir maddeyi, cismi olan bir şeyi enerjisini arttırmak suretiyle görünmez kılmak, enerjiye dönüştürmek mümkünken; tersinden enerji yoğunluğunu azaltmak suretiyle de görünmez’i görünür kılmak (enerjiyi maddeye dönüştürmek) da mümkündür. Fizikte E=mc2 formülü buna karşılık gelmektedir. Bu aynı zamanda klasik idealizm-materyalizm ikilemini anlamsız kılan ve gerçekte enerji-madde birlikteliğini ortaya koyan Einstein’ın meşhur ‘enerji-madde dönüşümü’ ilkesi oluyor.
Peki, tüm bu belirtilenlerden ne anlamalıyız?
Belirtilenler her şeyin varoluşsal olarak enerjinin çocuğu olduğunu ortaya koyar. Potansiyel olarak her şeyi kendi bağrında taşıyan enerjinin varlık-yokluk denkleminde varlığın yokluğu yenmesi sonucu gerçekleşen her şeydir, madde. Diğer bir deyişle maddeyi enerjinin kendini gerçekleştirerek anlamlaşması ve yapısallaşması olarak tanımlamak da mümkün. Hem her şeyin anası rolünde oluyor enerji, hem de maddeleştikten sonra ondan kopup gitmiyor. Yani madde onun formu olurken de her form farklı farklı düzeylerde bir enerji yoğunluğu barındırıyor.
Maddedeki ruhsallık da diyebileceğimiz bu enerji, maddeler arasındaki etkileşimi, iletişimi sağlayan şey oluyor ki, yaşam da buradan çıkıyor. Bu yönüyle yaşam dediğimiz şey de aslında enerjinin tüm bu hareketlerinden başka bir şey olmuyor. ‘Maddeyi yöneten ruh’ olarak enerji, varoluşsal olarak akışkan olduğundan maddeyi hep değişim ve dönüşüme zorluyor.
Enerjinin etkileşimlerini anlamak zor olduğundan yaşamı da anlamak zorlaşıyor. Burada sorun yaşam denilen şeyin ne olduğunu tanımlayamamaktan kaynaklanmıyor, onun hakkında bilinen ve bilinebilecek şeylerin az olmasından kaynaklanıyor. O halde bilimsel veriler temelinde yaşam denilen varoluşu tanımlayabiliriz: “Yaşam, değişim ve dönüşüme uğramaktır.”2 Bu da oluşun her türünü kendi içinde taşır. Dolayısıyla on beş milyar yıldır akmakta ve oluşmakta olan her şey yaşamın kendisi olmaktadır. Bunun gerçekleştirici gücü de enerjinin maddenin bir halinden veya biçiminden bir başka hale veya biçime doğru geçmesi, akmasıdır. Özcesi yaşamı, kaynağı enerji akışı ve aktarımı olan her türden oluş olarak tanımlamak mümkündür.
Ortak İlkeler
Bunun yanı sıra evrendeki tüm maddelerin hem kendi içinde hem de dış bağlantılarında bir enerji bağı vardır. Elektronları atom çekirdeğinin etrafında tutan ve her atomu bir diğeriyle alış-verişe yönelten; uyduları gezegenlerin, gezegenleri yıldızların, onları da başka gökcisimlerinin etrafında tutarak dengeleyen; insan organizmasını oluşturan yaklaşık yüz trilyon hücre arasındaki mükemmel birliği oluşturan, insanların birbirlerine ve çevrelerine yönelttikleri onca mesajla iletişimi gerçekleştiren hep enerjinin hareketi ve bağıdır. Günümüzde ‘doğal yapılanma sistemi’ (sinerjetik sistem) denilen evrensel zekâ gerçekte bu oluyor. Kökü tarihsel toplumun doğayı algılama biçimi olan canlı evren anlayışına dayanan ve kimilerinin ‘logos’, kimilerinin ‘geist’, Önderliğimizin de duygusal zekâ ile analitik zekanın bir toplamı olarak ‘toplumsal akıl’ diye tanımladığı gerçeklik de bu anlama geliyor. Diğer deyişle özü akışkanlık olan ve var olmaya çalışan enerji, karşımıza yaşayan, capcanlı bir evrensel gerçeklik çıkarıyor. Canlı evrenden bahsedildiğinde, canlanmaya yani varlaşmaya çalışan enerjinin hareketinden bahsedilmiş olur.
Şimdilerde bilim bilgi’yi de bir çeşit enerji bağı olarak tanımlamakta olup, bunu canlı varlıkların yapılanmasındaki en önemli bağlantı türü olarak görüyor. Her zaman için maddeyi aşma eğiliminde olan enerji, bir taraftan küçük maddeleri biraraya getirip büyük maddelerin oluşumunu sağlarken, diğer taraftan da büyük maddelerin parçalanmasını sağlıyor. Enerjinin bu sürekli akışına karşı, bilinen anlamda canlı oluşumların verdiği cevap, bu parçalama dönemi yaklaştığında kendilerini nasıl oluştuklarının bir kaydını kendilerinden sonrakilere aktarmadır. Kendilerini çoğaltma ve çoğalttıklarında kendilerinin nasıl oluştuğunun bilincini yerleştirmedir. Gerçekleşen bu olaya ise ‘bilinç oluşturma’ denmektedir. Bu, bir bakteriden tutalım da bilinebildiği kadarıyla en yetkin bir doğa gerçekleşmesi olan insana kadar çevrede olup bitenden haberdar olmayı ve buna uygun kendinde değişim-dönüşüm yapmayı sağlayan husus oluyor.
Bağlantılı bir diğer husus ise evrende var olma ve var kalmanın oluşun enerjisiyle direkt bağlantılı olmasıdır. ‘Entropi’ diye tanımlanan yasaya göre, evrende her şey var olmak ve var kalmak için enerjiye ihtiyaç duyar ve sürekli bir enerji akışı olmazsa, her şey artan oranda bir düzensizliği yaşar ve bu da o şey için dağılma, başka bir şeye dönüşme anlamına gelir. Doğada fiziki ve kimyasal çözülmeyi yaşamak suretiyle dağılan ‘cansız’ diye tanımlanan maddelerden tutalım da ‘canlı’ olarak tanımlanan varlıklar için de aynı husus geçerlidir.
Var kalmak bir yandan ihtiyaç duyulan enerjinin alımı sayesinde gerçekleşirken, diğer yandan içinde bulunulan eko-sistemde oluşan değişimlere göre organizmanın kendisinde de gerekli değişim-dönüşümleri yapmasıyla mümkün olur. Bunu tüm canlılarda görürüz. İnsan da dâhil kendi eko-sisteminin gereklerine göre davranamayan hiçbir canlının yaşamını devam ettirememesi buradan kaynaklanır. Hiçbir varlık kendi eko-sisteminin gerekleriyle oynayamaz, onlara göre davranmaktan vazgeçemez. Aksi halde yaşam olmaz. Kendi olarak yaşam, yaşayanın doğasına göre davranabilmekle direkt bağlantılıdır.
Burada önemli olan, evrenin oluşum ilkelerinin aynı olduğunu ve evrenin mutlak bir düzensizliğe ve kaosa mahkûm olmadığını bilmektir. Oluşun ilkeleri özsel aynılığı korumakla birlikte, enerjinin hareketine bağlı olarak yaşamsürekli farklılaşır, çeşitlenir. Doğadaki tüm çeşitlenmeler ve farklılaşmalar enerjinin farklı yoğunluklarda kendini görünür kılmasıdır. Enerjinin her maddede aldığı form, taşıdığı enerji yoğunluğu ve buna bağlı olarak ulaştığı anlam düzeyi de farklı farklıdır.
Enerjinin İnsanlaşması
Önderliğimiz bilinebildiği kadarıyla ilk kez insanda evrensel oluşumun kendini sorgulama düzeyine eriştiğini ve evrenin ilk sorusunun ‘ben kimim?’ sorusu olduğunu belirtmektedir. Evrenin amacının kendini tanımak olduğunu ortaya koyarak bu soruya verilen yanıtın evrenin nihai amacı olabileceğini değerlendirmektedir.İnsan şahsında evrenin kendini tanımaya dair sorduğu soruya verilen cevap şudur:“Ben benim, ben evrenim, ben öncesi-sonrası, yakını-uzağı olmayan zaman ve mekânım!”3Evrenin amacını ve verilebilecek nihai cevabı belirtilen çerçevede ortaya koyduğumuzda gerçek insanın niteliği de kendiliğinden açığa çıkmış olmaktadır. Gerçek insan evrenin kendi şahsında bir hamle yaptığını bilen ve kendindeki evreni görebilendir. ‘Fenafillâh’, ‘Nirvana’, ‘Enel-Hak’gibi ulaşılan düzeyler de bunun dile gelmesi oluyor. Yine insan için yapılan ‘mikro kozmos’, ‘ikinci doğa’ tanımlamaları da aynı anlamdadır.
İçsel yoğunlaşmayı çok derinlemesine yaşayarak sezgisel olarak varılan insanın evren olduğu tespiti, günümüz bilimi tarafından da kabul görmektedir. “Bireysel gelişimde evrim tüm aşamalarıyla görülür: Tek hücreli dönem, morula-blastula-gastrula-dönemleri, balık dönemi, sürüngen dönemi, memeli dönemi, oransız bedenli yeni doğmuş, oranlı bedenli gençlik, kırışıklı olgunluk, kamburlaşmış yaşlılık ve döngünün tamamlanması.”4
‘Büyük patlamadan bu yana tüm evrene yayılmış gerçekliğin toplamı olarak insan’ı Önderliğimiz şu şekilde özetlemektedir:
“1 – Maddenin yapı taşları olarak atomlar, hem sayı hem diziliş olarak insanda en zengin bir varlığa ve bileşime sahiptir.
2 – İnsan biyolojik dünyanın tüm bitkisel ve hayvansal yapılarını temsil etme avantajına sahiptir.
3 – Toplumsal yaşamın en gelişkin biçimlerini gerçekleştirmiştir.
4 – Çok esnek ve özgür bir zihniyet dünyasını temsil etmektedir.
5 – Metafizik yaşayabilmektedir.”5
Bu yoğunlukta bir oluşu bilmenin evreni bilmekle özdeş olduğu açıktır. ‘Kozmosu ve kuantumu bilmek istiyorsan kendini bil!” söyleminin altındaki gerçeklik de bu oluyor zaten.
Evrenin en yetkin bir gerçekleşmesi olarak insanı böyle tanımlarken, daha detaylara indiğimizde insan türünün ikili yapısını oluşturan kadın-erkeğin de daha farklı özellikler taşıdığını görürüz. Önderliğimizin ‘evrenin en mükemmel ikilisi’ olarak tanımladığı kadın ve erkek açısından insan için belirtilen bu genel hususların dışında farklılıklar vardır. Bu da olağandır, zira enerjinin her formdaki yoğunluğu ve buna bağlı olarak hareketi farklıdır.
İkilinin birlikteliği olarak ele aldığımız ve insanın var oluş hali olarak tanımladığımız toplumsal yaşamı ikilinin hakikatine dayandırmak, doğal olana göre davranmak var kalmanın temel şartıdır. İkili, var oluş koşullarıyla oynamamalı, doğal olanın dışına çıkmamalıdır. Ancak ne yazık ki yedi bin yıldır, insanlığın yaşadığı büyük ölçüde bir doğadışılıktır. Donanımı ve barındırdığı enerji yoğunluğu nedeniyle saptığında tüm bir evren için tehlikeli hale gelen insan, hiyerarşik devletçi sistemle oluşun gerçekleşme koşullarını yok edecek denli tehlikelileşmiştir. Doğadışılık ve anormalliğin her güçlenme denemesi, tüm oluşun başına bela açmaktan başka bir şeye yaramamaktadır. Zira doğadışılık dengesizliktir, bütünlüğü parçalamadır, bu da sürdürülebilir şekilde olmayacak olandır. Bu açıdan var olmak ve var kalmak için ikilinin birliği, ikilinin doğasıyla uyumlu olmalıdır. Gerçekleşme, oluşma öze uygun olmalıdır.
Enerjinin Cinslerdeki Görünümü
O halde doğal mecrasında ilerleyen toplumsal yaşam nasıl bir yaşamdır?
İnsan yaşamının doğası nedir?
Doğru bir yaşam tanımına nasıl ulaşabiliriz?
Bunda kadın-erkek ikilisininrolü nedir?
“Öncelikle kadını tanımlamak ve toplumsal yaşam içindeki rolünü belirlemek doğru yaşam için esastır. Bu yargıyı kadının biyolojik özellikleri ve toplumsal statüsü açısından belirtmiyoruz. Varlık olarak kadın kavramı önemlidir. Kadın tanımlandığı oranda erkeği tanımlamak da olasılık dâhiline girer. Erkekten yola çıkarak kadını ve yaşamı doğru tanımlayamayız. Kadının doğal varlığı daha merkezî bir konumdadır. Biyolojik açıdan da bu böyledir.”6
Toplumsal gerçeklik bir yana, biyolojik veriler temelinde de olaya bakıldığında gerçekten de yaşamı kadın üzerinden tanımlamak ve tanımak gerektiği apaçıktır. Hiyerarşik devletçi sistem yaşamı erkek merkezli tanımladığından, böyle oluşturmaya çalıştığından ve bunu meşrulaştırmak için de yalancı ‘hakikat rejimleri’ ürettiğinden bu görülmemektedir. Yedi bin yıllık pratikleriyle ne kadar zararlı oldukları açığa çıkmışların, en yoğun yaşam olarak tanımlanabilecek olan kadını bu kadar hedeflemiş olmalarıaslında yaşam-kadın bağıntısını ortaya koymaya yarar. Yaşamın dokusuyla oynayanların, toplumsal yaşamın en yetkin gerçekleşmesi olan kadına yönelmeleri, onu güçsüzleştirmeye çalışmaları, ikincil ve silik göstermeleri, kadın ile yaşam özdeşliğini gösterir sadece.
Yaşamın oluş hali, diğer deyişle doğası daha çok kadınla bağlantılıdır. Önderliğimiz bunu ontolojik bir gerçeklik olarak ele almaktadır. “Her madde formunun enerji payı farklıdır. Zaten bu enerji farklılığı maddi formların, yapıların farklılığını belirlemektedir. Kadın maddesindeki, formundaki enerji ile erkek maddesindeki enerji farklıdır. Kadında taşınan enerji hem daha fazladır, hem de bu enerjinin niteliği farklıdır. Bu farklılığı doğuran kadın formudur.”7
Kadın ve erkek insan türü 23 çift kromozomdan oluşur. Her bir kromozom çifti, anadan ve babadan gelme eşit kromozomlardan oluşur. 22 çift kromozom her iki cinste de X’tir. Son kromozom çifti kadında XX iken, erkekte XY’dir. Yani kadında kromozomların tümü X iken, erkekte 45’i X, bir tanesi de Y’dir. Buradaki X ve Y adlandırmaları, kromozomların şeklinin bu harflere benzemesindendir. Bu kromozomlardan cinsiyeti belirleyeni Y’dir. “Erkek cinsinin oluşmasına yol açan kromozom Y kromozomu. Daha da özele indirgemek gerekirse, bu kromozom üzerindeki tek bir gen ‘SRY’ geni (cinsiyeti belirleyen bölge), bir insanın erkek olmasını sağlıyor. Bu gen sayesinde erkek üreme organları şekilleniyor, erkeklik hormonu salgılanmaya başlıyor ve embriyo erkeğe dönüşüyor.”8
Erkek ile kadın arasındaki onca biyolojik farklılığın nedeni olan Y kromozomunun X’ten gelme olduğu ve bunun bir mutasyonla gerçekleştiği bugün bilim tarafından kabul edilmektedir.“Y kromozomunu oluşturan DNA’nın önemli bir kısmı kullanılmayan DNA’dan oluşmaktadır ve Y kromozomunun %95’ini oluşturan bu bölgenin X kromozomunda eşleri bulunmaktadır. Bu da Y’nin X orijinli olduğunun bir göstergesidir.”9Yine Y kromozomu üzerinde yaşanan ve hatta Y’ye ömür biçmeye neden olan bozulma ve tahribatlarX kromozomu üzerinde oluşan değişimlerle telafi edilmektedir.
Y kromozomu hakkında ulaşılan tespitler sadece bunlar da değildir. Araştırmalar Y kromozomunun gün geçtikçe daha da küçüldüğünü ve kromozomu oluşturan genlerin giderek işlevlerini yitirdiğini gösteriyor. Diğer bir deyişle Y kromozomuna süresi değişse de ömür biçiliyor. Yaşanan her bozulma ve tahribat da babadan oğula geçtiğinden bu bozulmaların yaklaşık beş bin kuşak yani birkaç milyon yıllık bir sürenin ardından Y kromozomunun yok olması gibi bir sonuç doğuracağı değerlendirilmektedir. Hatta Y kromozomu üzerindeki bazı genlerin yenilenmeyi ve sperm üretimini engelleyerek kısırlığa yol açtığı ve bunun da pek çok hayvan türünün yok olmasıyla sonuçlandığı belirtilmektedir.
Yanı sıra kromozomlarla bağlantılı diğer önemli bir husus ise her iki kromozomun taşıdığı enerji miktarının ve yoğunluğunun da aynı olmamasıdır. Form olarak da daha büyük olan X kromozomu yaklaşık olarak üç bin genden (kişiliği oluşturan şifreler olarak da anlaşılabilir) oluşurken, Y kromozomu ise 114 genden oluşmaktadır ki bunlardan 80’inin işlevi bilinmektedir. Kromozom formlarındaki bu farklılığın nedeni, sahip olunan enerji miktarıdır. Bu verilerin bize söylediği, kadın formundaki enerji miktarı daha fazlalığı ve bu enerjinin niteliği de daha farklı olduğudur.
Enerjinin Cinslerdeki Hareketi
Şimdi de var olan bu enerjinin hareketindeki farklılığı ele alalım.
“Toplumsal doğada erkek enerjisi iktidar aygıtlarına dönüştüğünde maddi formlar, biçimler halini alır. Biçimler tüm evrende soğumuş enerji olarak tutucudur. Toplumda egemen erkek olmak, iktidar biçimlenmesi haline gelmektir. Bu haliyle taşıdığı enerji ağırlıklı olarak form kazanmıştır. Form haline dönüşmeyen enerji azdır ve çok az kişilikte yaşanır.”10
Aslında erkeğin enerjisi form tutmuştur, bir kabuğa kavuşmuştur. Formun kafesleyici, engelleyici özelliğinin yanı sıra edinilen formun erkek egemenlikçi-iktidarcı olması nedeniyle erkekteki enerji akışkanlığı önemli ölçüde yitirilmiştir. O nedenledir ki Önderliğimiz erkekte ‘form haline dönüşmeyen enerjinin azlığından ve bunun da ancak çok az kişilikte olabileceğinden’ bahseder. Peki, bu neden böyledir? Bunun dışında bir gerçekleşme hali mümkün değil midir?
Erkeğe ait olduğu izlenimi verilmiş bir sistem yaratılmıştır, bu yönüyle de erkek formlaştırılmıştır. Erkeğin kendisini sahip olarak göreceği bir sistemi oluşturulmuştur. Bu sistem de kadın-erkek simbiyotik ilişkisini yok eden, dolayısıyla da insan türünün var oluş şekliyle oynayan iktidarcılığa dayanmaktadır. Form tutmuş enerji aslında dondurulmuş veya dondurulmak istenen enerjidir, kalıplara dökülmek ve sınırlandırılmak istenen enerjidir. Hâlbuki enerjinin eğilimi akışkanlıktır ve sürekli olarak oluşmaktır. Bu aynı zamanda özgürlüktür. Özgürlük akmaktır, yenilenmektir, kendini sürekli oluşturmaktır. Özgürlükformlaşmaya gelmeyen, gelmek istemeyen bir enerjiyi gerektirir. Bu nedenle enerjinin doğası olan özgürlük arayışı ile formlaşmanın yarattığı kafesleme arasında ontolojik bir çelişki hep var olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Oysa erkek egemenlikçi sistem, erkekteki enerjinin yanlış bir formlaşması olmuş ve kendini yaymıştır. Kadın üzerindeki iktidardan erkeğe pay verilmesi ve erkekteki enerjinin büyük ölçüde böyle forma kavuşmuş olması, aslında erkeği öldüren en büyük olay olmuştur. Form kazanmanın özsel olarak akışkanlığı engelleyici özelliğine bir de bu formlaşmanın yanlış bir şekilde gerçekleşmesi eklenince, erkekteki enerji akışkanlığı (özgürlük arayışı) önemli ölçüde zayıflamıştır. Erkekte uzunca bir süreden beridir yaşanan bir tekrardır, bir donmuşluktur, patinaj halidir. Bu da özgürleşememedir. Kadın üzerinde iktidar kılınması ondaki enerjiyi zehirlemiştir. Bu da özgürlük ve yenilenme için gerekli olan enerji akışkanlığını önemli ölçüde dondurmuştur.
Gerçekten de bugün kadın-erkek sorunsalı bağlamında her iki cinsin özgürlük arayışına bakıldığında, kadının özgürlük arayışının erkeğe göre çok ileri düzeyde olduğunu gözlemlemek hiç de zor değildir. Hatta şu bile söylenebilir: özgürlük arayışında olan, yerinde durmayan, enerjisi akışkan kadın, mevcut haliyle kendisini kafeslemeye, engellemeye çalışan erkeği de büyük ölçüde değiştirmekte, dönüştürmekte ve ona yeni bir form kazandırmaktadır. Onun enerjisinin önünü açmakta, onu oluşturmaktadır. Bu yönüyle de kadın özgürleştikçe özgürleştirmekte, oluşarak oluşturmaktadır.
İster bilinçli ister bilinçsiz olsun erkek kendisine, kadın üzerinde kurulmuş olan iktidarın sınırlarını önemli ölçüde kabul etmiş ve böyle yaparak özgürlük arayışını zayıf bırakmıştır. Erkek yanılsamalı bir ruh haliyle kendisine ait bir sisteminin olduğunu düşünmekte ve bu iktidarcı ‘yaşam’ın kendisine sunduğu her türden cinsiyetçi ‘kolaylık’tan da alabildiğine yararlanmaktadır. Kadına göre kendisinde barındırdığı enerji-form diyalektiğindeki varoluşsal eksiklik, yanı sıra iktidarcılığın egemen erkek karakterli oluşu, erkeğin özgürlüğe bağlanmasını, kilitlenmesini yetersiz kılmaktadır.
Kadın ise hem ontolojik olarak enerji-form diyalektiğinde daha donanımlı olması hem de iktidarcılık gibi bir forma kavuşmamış olmasından dolayı özgürlüğe bağlanmış haldedir. Mevcut sistem kadına ait bir sistem ve onun bir formlaşması olmadığından kadının enerjisi akışkanlık özelliğini, diğer deyişle özgürlük arayışını sürdürmektedir. Burada önemli olan kadının bu arayışının kendi sistemine kavuşuncaya kadar mı süreceği, yoksa bu arayışın varoluşsal bir özellik mi olduğudur. Kadındaki enerjinin kendine uygun bir forma kavuşması, onun da enerjisinin donması, dolayısıyla özgürlük arayışının sonlanması anlamına mı gelecektir? Kadın kendi sistemine ulaştıktan sonra artık akmayacak mıdır, akmadığında özgürlüğe bağlanmış bir oluş olmaktan çıkacak mıdır? Hayır! Çünkü iktidarcı sistem öncesi, kadının formlaşması zaten gerçekleşmişti ve bu form enerjiyi dolayısıyla özgürlüğü barajlayan,engelleyen, tutuculaşarak muhafazakârlaşan bir nitelikte değildi.
Kadını ve erkeğiyle doğal toplum insanının her gerçekleşmesi özünde bir özgürlük gerçekleşmesidir. An’da oluşmaya, yani ‘bildiğin anda oluşuyorsun’ formülüne uygun en yetkin gerçekleşmelerin olduğu dönem o dönem idi. Bu açıdan sapmamış olan vedoğasına uygun davranabilen insan için enerjinin akışkanlık özelliği sürer. Bunu hem kadın hem de erkek için söylemek mümkündür. Ancak bu da olanı anlamaya yetmez, buna bir ek gerekir: “Kadında ise enerji ağırlıklı olarak form haline, biçimselliğe gelmez. Enerjisi akışkan halini korur. Erkek formunda, kafesinde tutuklanmazsa, yaşam enerjisi olarak akışkanlığını sürdürür. Dondurulmamış kadındaki güzellik, şiirsellik, anlam potansiyeli, ağır basan bu enerji haliyle yakından bağlantılıdır.”11
Yaşamı, enerjinin bir halden başka bir hale, bir maddeden başka bir maddeye olan geçişi ve ortaya çıkan her türden değişim-dönüşüm olarak tanımlamıştık. Toplumsal yaşamdaki her oluş bir enerji akışıdır, enerjinin bir gerçekleşmesidir ve bu yaşam kadın merkezlidir. Yaptığımız alıntı yaşamın neden kadınla daha fazla bağlantılı olduğunu, yaşamda neden kadının çekim merkezi olduğunu ve toplumsal yaşamda erkeğin doğal yöneliminin neden kadına doğru olduğunu ortaya koymaktadır. Kadındaki enerjinin yoğunluğu ve niteliği onu bu kadar merkezi kılan en önemli unsurdur. O nedenle erkeğin kafesine alınmış, iktidarcı sistemin içinde kendisi olmaktan çıkarılmış olan ‘kadın’ı bir yana bırakırsak, kadın ontolojik olarak kalıplara dökülemeyendir, muhafazakârlaşmayandır, sürekli arayış halinde olandır, yenilenendir, yenileyendir, özgürlüğe akandır, özgürleştirendir.
Çıkış Yolu Olarak Kadın Doğası ve Sistemi
Kadına dair belirtilen bu ontolojik veriler, toplumsal yaşamın tanımlanmasında ve onun tekrar kurulumunda kadını merkezi öğe olarak almamız gerektiğini bize söylüyor. Tüm bilimlerin tanrıçası olarak tanımladığımız sosyal bilimi jineolojiye dayandırmamızın; sorunların çözüm anahtarı olarak kadının duygu yüklü zekâsını görmemizin, toplumsal doğanın sistemi olan demokratik uygarlık sistemini kadın sistemi olarak tanımlamamızın, dahası sosyalizmi sınıf eksenli değil de kadın merkezli değerlendirmemizin, PKK’yi bir kadın partisi olarak ele almamızın, kadın kurtuluş ideolojisini sadece kadının değil, tüm insanlığın sorunlarını çözecek ideoloji olarak ele almamızın altında yatan her şey kadının yaşamdaki belirleyiciliğidir.
Tüm bunlar hakikat rejimimizden çıkan gerçekler oluyor ki, bunlarkişilerin keyfine göre oluşturulacak ya da görmezden gelinecek hususlar değildir. Gerçekten de toplumsal doğaya uygun bir eşitlik-özgürlük mücadelesi yürütmek, dahası insan olmak isteyenlerin gerçekleştirmesi gereken zihniyet devrimi oluyor bunlar. Eril aklın bir iflası yaşadığı ve bırakalım mevcut toplumsal sorunları çözmeyi, tüm toplumsal sorunların bizzat yaratıcısı olduğu fazlasıyla açığa çıkmıştır. O nedenle gerçekten de özgür bir yaşam arayışında olanların, yaşam düşmanı cinsiyetçilerin kadına dair oluşturdukları cinsiyetçi kalıpların ötesine geçerek, özgürlük arayışlarını kadına dayandırmaları, sorunların çözümünü kadının duygu yüklü zekâsında aramaları ve kendilerinde zaten ontolojik olarak var olan kadına ait yanları daha fazla açığa çıkarmaları gerekir. Bu bir temenniden ötedir. Bunu gerçekleştiremeyenlerin sistemin değirmenine su taşımaktan kurtulamayacaklarını asla unutmamak gerekir.
Onca demokratik uygarlık gücünün tüm çabalara rağmen toplumsal doğaya yeniden dönüşü sağlayamamalarının altında yatan, kesinlikle yanlış yerden başlamalarıdır. İşe devletleşmekle, iktidarlaşmakla, sınıfsal hâkimiyetle ve benzer zihniyetlerle başlayanların toplumsal yaşamı özgür-eş yaşam şeklinde tasarlayıp buna uygun yaşayamayanların, kadına yaklaşımı hem erkek hem de toplumsal sistem açısından turnusol kâğıdı gibi görmeyenlerin -kim adına hareket ederlerse etsinler- egemenlikçi sistemin sınırları içinde debelenmekten kurtulamayacaklarını mutlak anlamda bilmek gerekir. Bağlantılı olarak toplumsal yaşamın hakikatini arama yolunda temel araştırma yöntemini kadına dayandırmayanların, gücünü kadındaki özgürlüğe bağlanma halinden almayanların ve kendilerini kadın hakkında egemen erkeğin yarattığı onca yalandan kurtaramayanların, kadındaki kutsallığı göremeyenlerin başarılı olması asla mümkün olamaz. Geçmiş, bu konuda fazlasıyla ders vericidir, öğreticidir.
Sonuç olarak insan yaşamı, toplumsal yaşamdır ve toplumsal yaşam da kadın eksenlidir. Bu erkeğin toplumsuz veya toplumun erkeksiz olabileceği anlamına gelmez. Erkek de varoluşsal olarak toplumsaldır, toplumsallık insan türünün varoluş koşuludur. Kast edilen, toplumsal yaşamın kadının etrafında ve belirleyiciliğinde gerçekleştiğidir. Bu, toplumsal yaşamın ‘en uzun süre’ kapsamında gerçekleşen formudur. Tüm zamanlarda ve mekânlarda gerçekleşen gerçekten de budur ve bu ontolojiktir. Hatta bu gerçekleşmeyi sadece kadın için değil de dişillik için ele almak mümkündür. Tüm eşeyli canlılarda yeni neslin doğurucusu ve eğiticisi dişil unsurdur. Eğitim, yaşama-var kalmaya hazırlama ve inşa, bir dişillik işidir. Bu yönüyle aslında doğanın ve bağlantılı olarak yaşamın daha çok dişil karakterde olduğunu söylemek gerekir. Zaten ‘toprak ana’, ‘bereketli ana’, ‘jin-jîn’ gibi tanımlamalar da kadın-yaşam benzerlik ve özdeşliğini ortaya koyan temel gerçekler olmaktadır.
Kadın konusunun derinlikli ele alındığını söylemek güçtür. Önderliğin kadına olan ilgisini, onu her fırsatta erkek karşısında savunan pozisyonda olmasını kadının güçsüz olmasına bağlayan geri tutumlar sürdürüldükçe Önderliğin çabaları kadın eksenli ideoloji ve kadın sorununun kapsayıcılığı çerçevesinde ele alınamaz. Bu da öngörülen değişimi köklü yapamama, mevcut erkeksilikle yaşamaya devam etmek anlamına gelir.
Mevcut durumda erkek odaklı sistem, karşısında özgürlük mücadelesi yürütülmesi gereken bir konumdadır. Doğal toplumun değerlerini bastıran, onları gerileterek kendine yaşam olanağı açan egemen erkek sistemidir. Tüm özgürlük ve eşitlik mücadelelerinin, karşısında mücadele yürüttüğü sistem erkek sistemidir ve bu sistem çok büyük ölçüde genel olarak erkek cinsini kendine ortak etmeyi başarmıştır. Kadın eksenli doğal toplum sistemi ile egemen erkek odaklı iktidarcı sistem iki ayrı paradigma ve yaşam tarzıdır. Biri insan ve toplum olmanın özünü oluştururken diğeri, bundan bir sapma, bir karşı devrimdir. Biri insanlaştırırken, diğeri insanlaşmaktan uzaklaştırmaktadır. Birinde her şey bir bütün ve anlamlı öznellikler iken diğerinde her şey parçalı, sıkı hiyerarşi ve egemenliğe tabi tutularak anlam yitimini yaşamaktadır. Biri yaşatırken diğeri öldürmektedir. Birinde toplumsal sorunlar olmazken, diğerinde toplumsal sorunlar her tür sorunun kaynağını teşkil etmektedir. Biri toplumsallaştırmış, insan olmanın özünü oluşturmuşken ve bu güçlü duruşunu kaybettiği hiyerarşik devletçi sistem döneminde, verdiği amansız özgürlük ve eşitlik mücadelesiyle toplumsallaşmasını yeniden oluşturarak insanlığın genel sorunlarını çözmeye çalışırken, diğeri tüm bu özgürlüksüzlük, eşitsizliklerin kaynağı olmaktadır. Daha da arttırılabilecek bu niteliksel farklılıklar da göstermektedir ki iki ayrı ve birbirine zıt sistem ve paradigma söz konusudur.
Bu açıdan erkek eliyle gerçekleştirilen sistem ve onun yürütücü gücü olarak erkek, bırakalım daha fazla özgür olmayı bu kötülüklerin yaratıcısı olmasından ötürü en fazla özgürlüğe ihtiyaç duyan, insanlaşma sorunu olan, öze dönüşü yakalaması gereken bir konumdadır. Erkek tarzı ile sorunların çözümü bir yana sorunların daha da arttığı bilinmektedir. Tüm sorunların tam da bundan kaynaklandığı ortaya fazlasıyla çıkmıştır. Bu nedenle erkeklerin kadın zihniyetine ulaşmaya ihtiyaçları vardır ve bu ihtiyaç, insanlığın kendini devam ettirebilmesi için bir zorunluluk halini almıştır.
İşte PKK’nin bir kadın partisi olması bu nedenlerledir. Kast edilen şudur: kadının temel yaratımları olan demokratik komünal değerleri esas almak, bunların insan ve toplum olmanın özünü oluşturduğu gerçeğinden hareketle bunlara ulaşmayı gerçek insan ve toplum olmak için olmazsa olmaz kabilinde görmektir. Sorunların çözümünde de kadının esas olarak bencillikten uzak, komünal, bütünlüklü, duyarlı, iktidarcılıktan uzak, duygusal ve analitik zekâyı dengeleyebilmiş zihniyetini tek yol olarak benimsemektir. Kadının mücadelemizde temel öncü güç olarak belirlenmesi, tüm bu nedenlerden ötürü bir propaganda olmayıp en büyük hakikatlerimizdendir. Bu açıdan hepimizin içimizdeki kadına ait yönleri açığa çıkararak toplumsal cinsiyetçiliğin yanılsamalı güç anlamına gelen erkeksiliği aşmasıgerekmektedir.
KAYNAKÇA
(1) – Hayatın Tanımı, Bireysel ve Toplumsal Hayatın Oluşumları ve İlkeleri
(2) – Hayatın Tanımı, Bireysel ve Toplumsal Hayatın Oluşumları ve İlkeleri
(3) – Demokratik Uygarlık Manifestosu – 4. Cild – Abdullah Öcalan
(4) – Hayatın Tanımı, Bireysel ve Toplumsal Hayatın Oluşumları ve İlkeleri
(5) – Demokratik Uygarlık Manifestosu – 1. Cild – Abdullah Öcalan
(6) – Demokratik Uygarlık Manifestosu – 5. Cild – Abdullah Öcalan
(7) – Demokratik Uygarlık Manifestosu – 5. Cild – Abdullah Öcalan
(8) - 2005 Ekim Bilim ve Teknik Dergisi
(9) – Okyanusum Com.
(10) – Demokratik Uygarlık Manifestosu – 5. Cild – Abdullah Öcalan
(11) – Demokratik Uygarlık Manifestosu – 5. Cild – Abdullah Öcalan