KAVRAMSAL OLARAK EGEMENLİĞİN ANALİZİ

09 Cotmeh 2013 Çarşem

Devlet ve egemenlik birbirinden ayrıştırılamayacak derecede iç içe geçmiştir. Bu temelde, egemen olmayan devlet olamayacağı gibi; kaynağını devletten almayan egemenlik de olamaz.

Diren RONAHİ

Gündelik olarak sohbetlerimizde ve tartışmalarımızda geçen bazı kavramlar vardır. Bu kavramlar çoğu zaman sözün gelişi söylenen, bazen de kullanılması gereken kavramlardır. Bunları toplumsal yaşam üzerinde yarattığı etkiden bihaber kullandığımız gibi tarihsel kökenlerinden kopuk ele aldığımız da olur. Bu kavramlar birçok toplumun vazgeçilmezlerini ifade etmesine karşın bilinçli bir şekilde manipüle edilir, çarpıtılır, farklı anlamlar yüklenir.

Hiyerarşik-devletçi sistemin temel yöntemi olan kavramları çarpıtma, saptırma toplumsal sorunların gelişmesine ve derinleşmesine neden olmuştur-olmaktadır. Bu noktada hem kavramların anlamını hem de toplumsal yaşam üzerindeki etkisini derinlikli anlama önem arz ediyor.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan kavramlar konusunda; “Toplumbilimde temel kavram ve kuramların tanımı yapılmadan anlamlı yorumlar geliştirmek güçtür.” demektedir. Nasıl ki toplumun derinlikli anlaşılması için toplumsal kavram ve kuramlar önemliyse, kaynağını hiyerarşik-devletçi sistemden alan çoğu kavram anlaşılmaksızın da sistemin doğru analizinin yapılması ve çözümler üretilmesi mümkün olmayacaktır.

Günümüz sosyal bilimlerinin henüz kendisini bile tanımlayacak güçten yoksun olması toplum konusunda geliştirilmesi gereken tanımlama ve yorumlamaları engellemektedir. Hiyerarşik-devletçi sistemin getirdiği toplum tanımlamaları bunda belirleyicidir.

Özü toplumsallığa dayanmayan, oluşturulan ve toplumlara yedirilen kavramlar toplumları felç etmiş durumdadır. Hareket etmek istediği an her türden saldırıya maruz kalan toplum sindirilmiş, çözümsüz ve biçare bırakılmıştır. Bu kavramlar yoluyla yaşananlar ve yaşanacaklar kadermiş gibi gösterilmekte ve sisteme bağlanılmaktadır. Bu temel üzerinden Hiyerarşik-devletçi sistemin, kendi düşüncesini ve yaşamsal düzenini toplumlar içinde daha fazla içselleştirmek amacıyla geliştirdiği kavramları bilince çıkarmak, belirtilenlerin aksine doğru ve toplumsal analizini yapmak zaruridir.

Kavram Olarak Egemenlik

Tarihsel gelişmede doğal toplum sürecinden keskin bir kopuşla kendisini toplumsal yaşama dayatan uygarlık, hala tartışmaların odağındadır. Uygarlığın olumlu mu olumsuz mu olduğu konusunda iki farklı görüş çıkmaktadır. Tabi, kime ve neye göre konuları da üzerinde önemle durmayı gerektirir. Kürt Halk Önderi Öcalan; “Tarihi egemen, sömürgen kesim açısından inşa edenler bakımından uygarlık, büyük bir tarihsel gelişmedir, hatta tarihin kendisidir. Kendini baskı ve sömürü altında yaşayan kesimler olarak tanımlayanlar açısından ise, büyük bir felaket ve cennet ütopyasının yitimi olarak değerlendirilir. Doğrusu da budur.” demektedir. Ve uygarlığı ‘Parçalanmış, çelişkili kurumlar ve anlamlar dünyasının oluşumu’ olarak nitelemektedir. Uygarlık güçleri bunu yaparken uygulamalarına kılıf olarak da kavramları kullanmaktadır. Uygarlığın parçalılığı ve anlamsızlığı geliştirmesinde kullandığı temel kavramlardan bir tanesi de egemenliktir.

Egemenlik kavramının sözlük anlamı; ‘Milletin ve onun tüzel kişiliği olan devletin yetkilerinin hepsi, hükümranlık, hâkimiyet’ olarak belirtilmektedir. Hiyerarşik-devletçi sistem tarihi boyunca birçok tartışmaya neden olan egemenlik kavramı bugün bile birçok devletin anayasasında temel bir ilke olarak yer almaktadır. Türkiye Cumhuriyeti anayasasında geçen ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ ilkesi buna somut bir örnektir. Egemenlik kavramına ilişkin geliştirilen tanımlama ve yorumlamalar öz itibariyle devlet olgusuna yönelik var olan bakış açılarını göstermektedir.

İktidar ve devlet gücünün denetime tabi tutulmadan, sınırsız bir şekilde güç kullanma istem ve iddiasına karşılık gelen egemenlik, mutlak ve parçalanamaz olarak görülmesine karşın bunu topluma dayandırma çabası yoğun olmuştur. Tanrı, toplum, halk, millet, ideoloji gibi kavramlara başvurulmasının temelinde bu gerçeklik vardır. Özellikle ulus devlet sistemlerinin çıkışıyla beraber var olan gücü elinde tutma amaçlı, hukuksal yöntemlere başvurulmuştur.

Egemenlik, devletle özdeşleşmiş bir olgudur. Toplumsal alanı düzenleme amacıyla gerekenlerin uygulanmasını sağlama amacıyla siyasal yetkiye kavuşturmadır. Egemenlik, devleti meşrulaştırmak amacıyla hukuksal ilkelere dayandırılıp işlevsel kılınmasıdır. Özcesi egemenlik, iktidarın ve devletin toplumlara yedirilmesi amacıyla hukuk ve yasalar yoluyla perdelenmiş gerçekliktir. Bu nedenle egemenlik devleti niteleyen bir kavramdır.

Michel Foucault’a göre; Hukuk normlarına indirgenen iktidar erki ve devlet olgusu maskelenmek istenen egemenlik yerine iki şeyi ortaya çıkarmıştır. Buna göre; ‘bir yanda hükümranlığın yasal hakları, diğer yandan da yasal boyun eğme zorunluluğu’ iktidar erki ve devlet düzeninin temel amacı olmaktadır.

İktidar, tahakküm ve hâkimiyet kavramlarıyla bütünleşmiş olan egemenlik, devlet olgusuyla hukuksal bir çerçeveye oturtulmuştur. Bundan dolayı iktidara göre daha dar bir yapılanmaya karşılık gelmektedir. Doğal yönetim olgusuyla özdeşleştirilmek istenen egemenlik vazgeçilmez olarak gösterilmektedir. Kürt Halk Önderi Öcalan iktidar ve egemenliğin ‘Topluma kendini zorunlu, mutlak ve sürekli gerekliymiş gibi’ dayattığını ve bundaki en önemli etkenin ‘kendini doğal toplumsal yönetim ihtiyacıyla aynılaştırmasıdır’ demektedir. Devamında doğal yönetim ile ayrıştırıldığında ‘bir kanser uru olarak toplumsal bünyeye sızdığı görülecektir’ demektedir.

Devlet ve egemenlik birbirinden ayrıştırılamayacak derecede iç içe geçmiştir. Bu temelde, egemen olmayan devlet olamayacağı gibi; kaynağını devletten almayan egemenlik de olamaz. 16. Yüzyılın ikinci yarısında Fransız hukukçu Jean Bodin; “Her devlet egemenliğe sahip olduğu kadar egemenlik de devlete içkin bir kavram” demektedir. Bu temelde egemenlik kavramı iki yönlü kendisini dayatmaktadır.

Birincisi; her yönüyle en üstün yönetme hakkı,

İkincisi; doğal, vazgeçilemez ve devredilemez olması.

Egemenliğin Tarihsel Temelleri

Tarihsel temelleri hiyerarşik-devletçi sistemin çıkışına kadar götürülebilecek olan egemenlik, kavram olarak, öncesinde bu yönlü tartışmalar gelişmiş olsa da, ilk kez Fransız hukukçu Jean Bodin tarafından tanımlanmış ve sistemleştirilerek bir teori haline getirilmiştir. Egemenlik kavramı, Bodin’in siyasal düşüncesinin temelinde yer almaktadır. İlk olarak Fransa Kralı Charles V. tarafından “yüksek otorite” olarak kullanılan egemenlik kavramı, Jean Bodin döneminde, Latincede “Majestas” kavramına karşılık gelmekteydi. İktidar erkini, devlet sınırları içinde yaşayan tüm birey ve kurumların üzerine çıkartan Niccolo Machiavelli, egemenlik konusunda belli bir yorum geliştirse de egemenliği devletle bağdaştıramamış ve kavramı kuramamıştır. Machiavelli’den yararlanan Bodin, mutlak monarşiyi kuramlaştırma çabasında olmuştur.

Jean Bodin’in 16.yy.ın sonlarında yayınlanan ‘Devletin Altı Kitabı’ eseri bu konudaki düşüncelerini kapsamlıca değerlendirmektedir. Bodin burada egemenliğe ‘ülke üzerinde yaşayan bütün insanlar, bütün vatandaşlar ve tebaa üzerinde, kanunla kısıtlanmayan en üstün iktidar’ tanımlamasını getirmektedir. Bodin egemenliğin bir siyasal toplum için önemini vurgulamak amacıyla bir gemi örneğinden bahseder. Bu temelde, “Nasıl ki bir gemiyi çeşitli kısımlarıyla bir arada tutan onun omurgasıysa, siyasal toplumu da bir arada tutan egemen erk ya da egemenliktir ve egemen erki olmayan bir devlet, devlet değildir” demektedir.

Bodin bu değerlendirmeleri yaşadığı dönemden bağımsız ele almıyordu. Nitekim tarih boyunca çıkan birçok düşünür politik yaklaşımını yaşadığı çağın toplumsal ve siyasal olayları çerçevesinde ortaya koymuştur. Bodin’de de dönemin monarşik düzeni ile erkek egemenlikli yapısı belirgin bir şekilde yansımaktadır. Özellikle devlet düzeni ve aile yapılanmasını benzeştiren örneklendirmesi açıklayıcı niteliktedir. Devletin ailelerden meydana geldiğini belirten Bodin, ailede babanın tek egemen olması itibariyle devlet egemenliğinin de sınırsız, mutlak ve sürekli olması gerektiğini belirtir.

“Kral öldü yaşasın kral” anlayışı Bodin’in egemenlik anlayışından kaynağını alıp, egemenlik ile yöneticiliği keskin şekilde birbirinden ayırmaktadır. O’na göre egemenlik süreklidir. Süreyle bağlantılı olan, istenildiği zaman değiştirilebilen yöneticiliktir. Monarşilerdeki egemenlik anlayışı buna örnek verilebilir. Bir prens öldükten sonra tacıyla birlikte gücünü bir başkasına devreder. Ama esas olan ve aynı kalan egemenliktir. Bu da değişmeyen, yenilenmeyen, hep aynı kalandır.

Bunun yanı sıra Bodin egemenliğin sınırlandırılamayacağı, devredilemeyeceği ve bölünemeyeceğini öne sürer. Çünkü egemenliği elinde tutan tek el vardır. Farklı kurumlar yoluyla bu ayrıştırılıp parçalanamaz. Bir yerde iki egemenin olamayacağını belirten Bodin, egemenliği toplum üstü bir olgu olarak görmektedir. Bu temelde egemenlik sınırlandırılamayacağı gibi, parçalanıp devredilemez de. Bodin’de devlet merkeziyetçiliği esastır. Egemenliğe hukuksal bakması itibariyle devleti ve kralı kurumsallaştırmaktadır.

Egemenlik kavramına belli bir tanımlama getirmiş olmasına rağmen, Bodin’in kuramı yeterince sistemsel değildi. Buna karşın egemenlik kavramını felsefik olarak sistemleştiren Thomas Hobbes olmuştur. “İnsan insanın kurdudur ve toplum yapaydır” diyen Hobbes, egemenliği ve devleti güvenliğin sağlanması konusunda zorunlu olarak görmektedir. Toplumun oluşumunu güvenlik esaslarına bağlayan Hobbes, “İnsanlar ölmekten korktukları için topluma ihtiyaç duydular’ der. Bağlantılı olarak devletin oluşumunu da güvenlik ihtiyacı ve bu ihtiyacın doğurduğu arayış olarak belirtir. Çünkü insanlar birbirinin kurdudur, hak ve özgürlüklerini korumak ve yaşamak için üçüncü bir varlığa ihtiyaç vardır. Bu da ancak bir sözleşmeyle mümkün olabilir. Hobbes’e göre; insanlar kargaşa ve savaşlardan uzak, güven içinde yaşamak istedikleri için, tüm güçlerini ve haklarını tek taraflı olarak devlete, egemene devretmişlerdir.

Machiavelli’den Bodin’e, Bodin’den Hobes’e egemenin mutlak ve sarsılmaz, parçalanıp, sınırlandırılamaz gücü temel perspektif olmuştur. Ancak bu anlayış karşısında yoğun eleştiriler gelişmiştir. Althusius’tan John Locke’a, Voltaire, Jean Jacques Rousseau’dan Jeremy Bentham ve John Stuart Mill’e kadar egemenlik kavramına ilişkin eleştiriler ve tanımlamalar geliştirilmiştir.

Özellikle sonrasında liberal akımın kurucuları arasında yerini alacak olan ve klasik liberal düşüncenin temel parametrelerini ortaya koyacak olan John Lock, devlet ve toplum arasında keskin bir ayrışmaya gitmektedir. Lock’a göre egemenliğin ve iktidarın sınırları belirlenmek durumundadır. Bununla egemenliğin tek elde toplanmasını engellemek istemektedir. Bunun için de kuvvetler ayrılığını öne sürer. Bunları da yasama, yürütme ve federatif güçler olarak formüle eder.

Aydınlanma döneminin en önemli düşünürlerinden olan Lock’a göre; insan doğası gereği, doğuştan özgürdür. Bundan dolayı hakları ve özgürlükleri vardır. Egemenden baskı ve kötü muamele gören halk, bunun karşısında direnme hakkını elinde bulundurmalıdır. Bu temelde adaletsiz ve kanunsuz davranan egemenlere karşı kuvvet de kullanabilir.

Montesquieu’dan etkilenen ve John Lock’un birçok görüşünü kabul eden Voltaire, devlet egemenliğinin sınırlandırılmasını bireysel özgürlüklerin çoğaltılmasına bağlamaktadır. Voltaire’yi izleyen Rousseau, Hobbes’in aksine insanın doğası gereği iyi olduğunu savunmuştur. Bu temelde demokratik bir toplum ve tüm vatandaşların eşit haklara sahip olması gerektiği konusunda görüşler ileri sürmüştür. Mülkiyetçiliğin ve köleliğin doğal yasa ile değil sonradan oluşturulduğunu ve insanların özgürlüğü çerçevesinde bunların ortadan kaldırılması gerektiğini belirten Rousseau, iradeleriyle özgür ve eşit insanların karşılıklı anlaşarak bir devlet kurma haklarının olduğuna inanmaktadır. Ona göre; egemenlik yalnızca halka aittir. Bazen halk yozlaşsa ve yoldan çıkarılsa da halkın iyi olduğu konusundaki kanaatini kaybetmeyen Rousseau, halkın doğru ve iyi seçimi kendisinin yapacağına inanır. Bu temelde demokrasiyi çoğunluğa ve oy kullanmaya bağlayan Rousseau, her ne kadar halk bazen yetkiyi devlete ve bazı organlara verse de tek egemenin halk olduğunu belirtir. Rousseau, Toplum Sözleşmesi’nde “… Halk temsiline izin verdiği anda, artık özgür değildir, artık halk değildir.” diyerek halkın iradesini bir başkasına devredemeyeceğini belirtir.

Yanı sıra yurttaş özgürlüklerini savunan faydacıların temsilcileri arasında yer alan Jeremy Bentham ve John Stuart Mill, egemenliğin bireylerin temel hak ve özgürlüklerine saygı göstermesi gerektiğini belirtirler. Bu temelde John Lock’la başlayan egemenliğin sınırlandırılması ve liberalleştirilmesi anlayışı Mill’le bireysel özgürlüklere indirgenmiştir.

Bugün itibariyle liberal demokrasi formatında kendini toplumlara dayatan kapitalist sistem de bireysel hak ve özgürlükler konusunda referansını bu yaklaşımlardan almaktadır. Kendisini tek ve vazgeçilmez güç olarak gören kapitalist egemenlik, çok ince bir şekilde, toplumlara hissettirmeden toplumsallığı tüketerek, bireysel hak ve özgürlükler yoluyla egemenliğini yaşatmaktadır. Görüldüğü üzere her ne kadar şekil değiştirse de öz itibariyle aynı kalan, toplumu ve toplumsal değer yargılarını ayaklar altına alan bir egemen anlayış vardır.

Egemenliği Doğru Tanımlamak

Belirttiğimiz üzere egemenlik kavram olarak yeni olabilir ancak geçmişi hiyerarşik-devletçi sistemin ilk çıkışına kadar dayandırılmak durumundadır. Bu şekilde ele alınmaksızın doğru bir analizinin de yapılması imkânsızdır. Doğru analizi yapılamayan egemenliğin, toplumsal gelişme ve değer yargılarında yarattığı olumsuz etkiler de anlaşılamaz.

Önemli bir sorun da egemenliğin bir kavramın ötesinde, ya da devletin ve kralın elinde bulundurduğu gücün ötesinde toplumun kök hücrelerine kadar işlenmiş olmasıdır. Michel Foucault bu konuda “Egemenlik derken, birinin başkaları üzerindeki ya da bir topluluğun bir başka topluluk üzerindeki "bir" global egemenliğinin toptan olgusunu değil, toplum içerisinde uygulanan sayısız egemenlik biçimlerini: dolayısıyla merkezdeki konumu içerisindeki kralı değil, karşılıklı ilişkileri içerisinde uyrukları; üstün yapısı içerisindeki hükümranlığı değil; toplum içerisinde meydana gelen ve işleyen sayısız uyruklaştırmayı kastediyorum.” demektedir. Bugün itibariyle toplumun boğuşmak zorunda kaldığı sorunların kaynağında yatan gerçeklik, iliklere kadar işlenmiş egemenlik anlayışıdır. Bu eksende egemenliği değerlendiren Foucault, "Egemenlik süreçleri, savaştan daha karmaşık, daha karışık değil midir?" diye sormaktadır.

Egemenliği toplumsal yaşamın düzenini sağlama konusunda tek güç olarak gören, var olan sorunlarına çözüm olacağını sanan ya da refahın sağlanmasında, barışın gelişmesinde etkili olabileceğini düşünen yaklaşımlar olabildiğine yanılgılı ve sorunludur. Böylesi bir iddiada bulunmak bile egemenliğin, egemenlik şahsında devletin fetişleştirilmesinden başka anlama gelmez. Böylesi bir beklenti içine girmek ya da insanları bu beklentilerle avutmak en büyük savaşlardan daha beter olumsuz etkiye sahip olup, toplumları karmaşaya iter. Karmaşa içinde olan bir toplum kendi olmaktan uzak bir toplumdur.

Kürt Halk Önderi Öcalan egemen sisteme ve Batı kapitalist moderniteye eleştirilerde bulunarak, en tehlikeli yönünün ‘ideolojik egemenlik yönü’ olduğunu belirtir. Devamında egemenliğin kırılması gerektiğini, kırılmadığı takdirde “Siyasal ve ekonomik gelişme yoluna özgürce girmek ve sağlıklı, hakça bir dünya düzeninden pay sahibi olmak mümkün olmayacaktır” demektedir. Bundan dolayı da egemenlikten ve egemenliğin üreticisi iktidardan arınabilmek toplumlar için vazgeçilmez olandır. İktidardan, devletten ve egemenlikten arınmış bir toplum özgür toplumdur. Nitekim Kürt Halk Önderi Öcalan; “Toplumda ne kadar iktidar potansiyeli varsa, o kadar özgürlük yoksunluğu yaşanır. İktidar ne denli azaltılırsa, özgürlük durumu o denli gelişim sağlar.” demektedir.

İlk önce kadını, yaratımlarını ve değer yargılarını; sonrasında doğayı egemenliği altına alan hiyerarşik devletçi sistem bugün yaşamın her yerinde egemen anlayışını yürütmektedir. Hiyerarşinin şamanların eliyle kurumlaştırılması, rahipler yoluyla devlet gücüne dönüştürülmesi, köleci düzenler yoluyla efendi-köle, din yoluyla tanrı-kul, kapitalist sistemle işçi-gönüllü köle ikilemlerin çoğalması tarih ve toplum olgularını yeniden ve doğru tanımlanmayı gerektirmektedir.

Sistemin toplum ve doğa üzerindeki, erkeğin kadın üzerindeki egemenliği her tartışmamızın temelini oluşturur. Sistem yaşamın her alanında bu anlayışı geliştirirken, etkilerden bihabermiş gibi davranmak ve bunun karşısında çaresiz, hareketsiz kalmak en basit köleliktir. Evde erkek-baba-koca şiddeti, işte patron baskısı ve tacizleri, okulda erkek egemen sistemin sömüren zihniyeti, yaşamda tüketime ve bireyselliğe iten uygulamalar ve sunumlar, doğaya karşı tahakkümcü ve tahrip eden yaklaşımlar… Her birimizin günlük olarak istisnasız yüzleştiği sorunlardır. Her seferinde, ‘beni ilgilendirmez’, ‘ben kendime bakarım’, ‘bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın’, ‘ben kendimden sorumluyum’, ‘dünyayı, insanlığı, doğayı ben mi kurtaracağım’ söylemlerine başvursak da, sonuç itibariyle sıra bize de gelmekte ve içinde sürüklendiğimiz yapay hayaller dünyasından kâbuslarla uyanmaktayız. Bu karabasan yaşamdan kurtuluş ertelemekle, görmezden gelmekle, dokunmamakla, üç maymunları oynamakla gerçekleşmez.

Egemen sistemin toplumlarda oluşturduğu ve toplumlardan istediği sunulanı almak, ötesine karışmamaktır. Doğası gereği bile insan yapısına ters bir durumdur. Egemenliğin, iktidarın, ulus-devletin, kapitalist sistemin günümüz itibariyle leviathanlaşan durumu da göz önüne getirildiğinde bu daha iyi anlaşılacaktır. Kürt Halk Önderi Öcalan toplumların tarihsel görevlerini anlamaları konusunda; “Kendi tarihsel rollerini doğru kavramaları, günümüzde özgüven geliştirme ve kendi doğru yollarına koyulma imkânını ortaya çıkaracaktır.” demektedir. Efendi-köle egemenliğinden Tanrı-kul egemenliğine, oradan da gönüllü köleliğe evrilen egemenlik anlayışı doğru çözümlenmeyi, bu temelde demokratik özgür toplumsallığı oluşturmayı gerekli kılmaktadır.

Köleleştirilen kadın köleleşen toplum demektir. Egemenlik altına alınan doğa sömürülen toplum demektir. Kapılarını egemenliğe açmış bir toplum gerçekliği, savunmasından ve reflekslerinden koparılmış demektir. Kader diye dayatılan, değişmezmiş gibi gösterilen, olmazsa olmazmış gibi sunulan anlayışların çözümlenmesi, doğru analizinin yapılması ve bu temelde çözümler geliştirilmesi toplumsal öz iradeyle bağlantılıdır. Bu da iradesini birilerine devrederek, sorunları bazı kurumlara havale ederek, birilerinden bekleyerek gelişemez. Kararlıca, tüm anlamsızlıkları yerle bir ederek ve üzerine giderek gelişebilir.

 

Kaynakça:

Abdullah ÖCALAN – AHİM savunmaları

Abdullah ÖCALAN - Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü

Mıchel FOUCAULT – Toplumu Savunmak gerekir

Aydınlı ve Ayhan - C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 5, Sayı 1

H. Emrah BERİŞ - Ankara Üniversitesi SBF Dergisi/ 63-1

Thomas HOBBES - Leviathan

J.J. ROUSSEAU - Toplumsal Sözleşmesi

Jean BODİN - Devlet Üstüne Altı Kitap