KADINLA FELSEFİ İLİŞKİLENMEYİ ERKEK NASIL ELE ALMALIDIR?-2
11 Mijdar 2013 Duşem
Kadın ile erkek arasındaki ilişkinin felsefi temellere dayanması şarttır. Felsefenin aşkınlığında; toplumsal sorunların çözümünde bu ilişkinin gerçekleştireceği toplumsal özgürlük alanları, toplumsal sorunların çözümünde de en önemli güç olacaktır
Felsefi Gelenekte Kadına Yaklaşım ve Ontolojik Sorunsallığın İnşası
Felsefi dünyada ontoloji, varlığı varlık olarak ele alan felsefe dalı olarak kabul edilmektedir. Varlığın kendisini, varlığın kendi başına ne olduğunu soran bir bilimdir de denilebilir. Yazının başından itibaren felsefecilerin felsefi etkinlikte bulunurken kadını nasıl tanımladıklarını da ortaya koyduğumuzdan bunun doğal sonucu ontolojik olarak kadının varlığının ya yok sayılması, ya çarpıtılarak görmezden gelinmesi ya da aşağılanarak tanımlanması olmuştur. Bu durumun erkek iktidarlaşmasına dayanan oldukça bilinçli ve sistematik bir düşünsel saldırı olduğu da açıktır. Erkek egemen yaklaşımın kadını varlık olarak yok sayma stratejisi bir yanıyla batı düşüncesinin özdeşliğe -nerdeyse farklılığı yok saymak pahasına- imtiyazlı bir yer vermesine dayanmaktadır. Diğer yanıyla da oldukça ideolojik bir zemine dayanmaktadır. Bu ideolojik zemin, başkasının özgünlüğünü ve varlığını reddeden, kadını erkeğin yokluğu ve eksik ötekisi olarak tanımlayan erkek sisteminden beslenerek kendini var kılan ve kurumlaştıran zemindir.
Bu geleneksel ontolojik tavrın temeline ise Platon'dan beri hakim olan bir 'mevcudiyet metafiziğinin' varlığını koyabiliriz. Bu metafizik yapma biçimi, kadının yokluğunun ve köleleştirilmesinin erkek yararına, erkek iktidarı için meşrulaştırılmasının ideolojik kılıfıdır. Doğal olarak bu tutum farklılığı göremez. Görmediği gibi kendisi için kendisiyle bir ve aynı olmayanı, kendisinden farklı olanı ya yok sayar, ya kendine benzetir ya da kendine tabi kılarak baskı altına alır. Bundandır ki kadının ne olabileceğine veyahut ne olduğuna dönük sayısız imge, sembol,metafor, aracılığıyla kadın üzerinden eril ideolojik kurgulamalar yapılsa da gerçekte kadının kendisi değil, ona atfedilen kötülüklerin tanımlanması yapılmaktadır. İşte kadın düşünürler bu geleneksel ontolojik yaklaşımlara karşı çıkarken kadına biçilen nesneleştirme metaforuna köklü bir karşı koyuşu da dillendirmişlerdir. Buna göre; kadınlar geleneksel ontolojideki zihin beden düalizmine karşı çıkarak zihin ve bedenin birbirini karşılıklı olarak oluşturduklarını dile getirmişlerdir.
Patriyarkal kurumların ve onları doğuran zihniyetin köklü bir dönüşümünden geçmeden kadın açısından yokluğun kurumlaşmasını ifade edeceklerini belirten kadın düşünürler, bu sağlanamazsa kadının yitikliğinin giderek derinleşeceğini ifade etmişledir.Bu açıdan politik, ontolojik veepistemolojik olarak patriyarkal yapıların tümünün bizzat kadınların bakış açısıyla radikal bir dönüşüme uğratılması hayatidir. Aksi takdirde salt erkekle aynı olma ya da eşitlenme gibi A priori hipotezler kadınların varlık nedenlerini oluşturan ayırt edici özellikleri ve farklılıkları da yok eder.
Tüm bu nedenlerle kadını toplumsal kimliği ve kendi öz varoluş özellikleriyle tanımlamak ve bunu bilimsel altyapıya kavuşturmak için bir kadın varlık bilimine yani kadın bilimi -Jinelojiye- şiddetle ihtiyaç vardır. Gerçekleşen kadın bilimi sadece kadının mevcut konumuna yönelik çalışmalarla kendini sınırlandıramaz, böyle bir çalışmanın kapsamında sistem-ataerkil sistem ve kurumsal ideolojisi üzerine de felsefi çalışmalar yapmak kaçınılmazdır. Kadının gerçekte ne olduğunu, ne olmadığını, nasıl tanımlanabileceğini, doğa, toplum ve evrenle olan ilişkilerinin ne olduğunu sorgulayacak ve bir öze dönüştürecek olan böylesi bir ontolojik yaklaşım aynı zamanda kadının varlığına yönelen tüm sistematik saldırılara da en güçlü yanıt olacaktır. Yapılacak bu ve benzeri çalışmalar erkeğinde değişim/dönüşümünde önemli etkilerde bulunacaktır. Erkeğin dönüşümüyle birlikte ortaya çıkacak gelişmeleri küçümsememek gerektiği gibi bu çerçevede kimi önemli hususları vurgulayacak olursak:
Birincisi; kadının varlığını ontolojik olarak bütün boyutlarıyla bir ifadeye kavuşturmak, ontolojik yaklaşımlar kadar tarihe, topluma ve evrene dair bütün zihinsel yapılanmalarını kapsamlı ve sistemli bir eleştiriden geçirmeye bağlıdır. Bu anlamıyla bilinmelidir ki kadın, erkek merkezci paradigmalar içinde kaldığı sürece dişil olanı ancak erilliğe ilişkin olarak ve ona göre temsil etmenin dışına çıkamaz.
İkinci olarak; kadının varlığını biyolojik olarak salt dişil cins olması temelinde değil, kadın şahsında bir toplumsal kültür temelinde ele almak gerekmektedir. Zira kadının yok sayılması ideolojik bir yönelimdir ve aşılması da ancak ideolojik olarak her şeyden önce varlığının güçlü bir tanımlanmasına ve ideolojik bir mücadeleye bağlıdır. Nitekim erkek egemen sistemin karakterini, zihniyet yapısını, kurumsallaşmadaki iktidar işleyişini ve bütün bunlara hâkim olan cinsiyetçi öz çözümlenmeden bunlara karşı alternatif bir zihniyet ve mücadele perspektifiyle donanmadan kadın ancak çarkın bir dişlisi haline gelebilir.
Üçüncü olarak; kadının varlığının felsefeyle bağlarının yeniden, doğru temellerde kurulması günümüzde süren bilinç çarpıtmalarının ve kendi gelişiminden saparak aşırı şişirilmiş olan analitik zekâ biçimlerinin sınırlandırılmasında büyük rol oynar. Yani kadın varlığının tam ve gerçek temsili için dişil bir felsefe ve düşünüş geliştirip bunu dişil bir dille ifadelendirmek önemlidir. Bu dişil düşünüş ve dil; olgusallığı reddetmeyen ama onunla da yetinmeyen çok yönlü bir ilişkisellik zemininde hareket eden, zengin ve olasılıkçı bakışı esas alır. Duygusal zekâ ile analitik zeka arasında bir uçurum oluştuğunu bunun temel nedeninin ise analitik erkek zekasının yüceltilmesi olduğunu belirtir. Egemen erkek aklınca kadına atfedilen duygusal zeka ile erkeğe atfedilen rasyonel zeka arasındaki sınırın yıkılmasını esas alır.
Dördüncü olarak; kadının varlık tanımlamasının bizzat öznesi olup, yabancılaştığı-yitirdiği özdeğerlerini yeniden kazanması kadının geliştireceği kendine dönüşüyle mümkün ve etkili olacaktır. Yani kadın kendini tanımladıkça doğayı, evreni, insanlığı tanımlayacaktır. Zira kadın evrensel, toplumsal, tarihsel ve kaynağını doğadan alan bütünsel bir varlıktır. Bütün varoluşlar kadının varlığında iç içe ve bütünlüklü bir varlık halinde özetlenmektedir. Sonuç olarak; kadının yokluğu basit bir yaklaşımın ürünü olmamıştır. Esasta düşünsel, kültürel, ideolojik bir sürecin sonucudur. Kadın üzerinde yoklukla özdeş sonucun yaratılması önce düşüncede başlamış ve sonra da uygulanmıştır. Bu uygulamanın şiddeti, nesneleştirilen kadının maruz kaldığı gerilimin derecesini göstermektedir. Bu gerilimin gerisinde ise kadının değersizliğine dair bilgi vardır. Tüm bunlarla bağlantılı olarak kadının varlığı, sonucun cinsiyetler arasında basit bir eşitlik arayışının ötesine taşınması önemlidir. Kadının varlığının kültürel değerlerle donatılması ve değerli hale getirilmesi, bunun dişil dilinin yaratılması da bir o kadar önemlidir.
Özcesi gerçeklik bu denli ağırken, bunun karşısında durmanın en temel koşulu kendi varlığına, varoluşuna sahip çıkmak "vardım, varım, var olmaya devam edeceğim" diyebilmektir. Kendi iradi varlığına, varoluşuna sahip çıkma, onun merkeze alınması ve ona dayanarak yaratılacak eylemsel duruş, kadın açısından can damarı mahiyetindedir. Zira kadın varlığının değerinin bilgisini oluşturmak ve bu bilgiyi bir değere dönüştürmek kendine ait olanı talep etmektir. Bu ise kadın olmanın koşullarının yaratılması ve geliştirilmesidir. Sonuçta ne de olsa kadın olmak,açığa çıkan her çelişki aracılığıyla kendilik bilgisini anlık olarak yapılandırabilme yolculuğudur. Bu yolculuk da bilginin örgütlü bir direnişe dönüştürülmesi şeklinde kendini göstermektedir.
Nasıl Bir Felsefi İlişkilenme?
Düşüncenin kendisini şekillendirmesinde, günümüze kadar felsefenin etki alanlarını incelemeye çalıştık. Bu alanda hem kadına, hem de erkeğe atfedilen rollerin toplumsal yaşama yansımaları, düşüncenin forma dönüşmüş biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Köleleştirilmiş kadın gerçekliğinde, köleciliği her yönüyle yaşayan erkeğin de; bu sistemden kurtulmasının gerekliliği tartışma götürmeyen bir gerçek olmaktadır. Felsefi ilişki de özgürlük, aşk, eşitlik anlayışını yeniden tanımlarken sistemin tüm çarklarını alaşağı etmek, erkeği de dönüştürmek, mevcut erkeği öldürmek, kaçınılmazdır.
Önderlik mevcut kadınla yaşanmaz, kadınsız da yaşanmaz diyerek, aslında mevcut kadını eleştirirken, kadınsız toplumun olamayacağını da dile getirmektedir. Bu anlamıyla mevcut kadını, aslında karılaştırılmış erkek olarak görmek gerekir. Bu haliyle sorunun; her yönüyle toplumsal bir sorun olduğu, bu alanda dayatılan her türlü zorbalığın, tahakkümün ve köleliğin; esasında topluma dayatıldığını iyi görmek gerekiyor. Hayatın tüm alanlarından, yaşamı idame eden sahalardan dışlanan, sürekli öteki olarak algılanan ve nesnelliğin en derin halini yaşamaya mahkûm kılınan kadını özgürleştirmek, onunla aşkın gerçekliğini yaşamak ve felsefi temellere dayanan bir toplumsal inşayı paylaşabilmenin amentüsü; erkeğe verilen rasyonaliteyi çözümlemeden mümkün değildir.
Günümüzde kadın erkek arasındaki ilişkilenme ve paylaşım öyle bir hale gelmiştir ki; tecavüz ve katliam kültürünü her yönüyle işleten bir duruma dönüşmüştür. Dünyada her gün onlarca kadın, erkeğin şiddetine ve her türlü saldırısına maruz kalmaktadır. Karakterler arasında yaşanan bu acımasız gerçeklik her yönüyle sistemsel ve toplumsaldır. Toplumun bütün alanlarında, kitle iletişim araçlarından tutalım da, üretim araçlarının etki alanlarına kadar; mevcut sistem tarafından bu ilişkilenmelerin devam ettirilmesine, erilin her türlü şiddeti ve baskıyı kadın üzerinde uygulamasına yönelik yoğun çabalar devam etmektedir. Bu gerçekliğin en acı tarafı ise; yaratılan kültürdür! Şiddetin ve tecavüzün toplumsal normlara uygun olarak algılanması ve sorunu daha çok kişilere indirgeyen bir yaklaşımın yanı sıra, kadın/erkek arasındaki ilişkilerde kullanılan kavramlar, içi boşaltılan estetik kanunları da geçerli hale getirilmiş durumun ne kadar ciddi ve tarihi olduğunu gözler önüne sermektedir.
İçinde bulunduğumuz yüzyılda, en fazla manipüle edilen kavramlardan biri de güzellik kavramıdır. Yürüdüğümüz sokakta, haber okuduğumuz internet sitelerinde, televizyon dizilerinde, kitaplarda, dergilerde, gözümüzün ulaşabildiği her yerde 'daha fazla güzellik' vaat eden ürünlerin reklamları ile karşılaşmak içten bile değil: Parlak bir cilt, küçük burun, ince kaşlar, renkli gözler, ince gösteren elbiseler... Doyumsuz ve uzun bir liste bu, saymakla bitmez. Dünya pazarının önemli bir bölümü 'güzel bedenler' yaratmak için uğraş veriyor, çırpınıyor, gece gündüz çalışıyor. Her şey sadece insanların güzelliği için. Çalış çalış bitmiyor insanın 'çirkin'likleri... Her gün daha fazla 'düzeltilecek' şey çıkıyor. Toplum (!) için çalışan bu kozmetik ve moda dünyasını boşa çıkarmıyor toplumun büyük bir çoğunluğu. İbadet edercesine hem kadın, hem de erkek biçilen rolü yerine getirmeye çabalıyor. Tüm bunları bolca toplumun beynine kazıyan, kadına ve erkeğe neyi seçmesi gerektiği konusunda yardımcı olan medya da var! Hiç düşünmeden durmadan alış veriş yapmak artık yaşamın vazgeçilmez bir misyonu olurken 'daha güzel' görünmek için çaba harcamak; daha fazla elbise, daha fazla makyaj malzemesi estetik kavrama dönüştürülmüş ve adına da moda denilen bir canavarlığın ortaya çıkmasını sağlamıştır... Her yıl değişen 'moda' ile birlikte çöpe atılanlar da çoğalıyor.
Tüm bunları yemek, içmek, uyumak gibi bir içgüdü ve alışkanlıkla yerine getiriyor toplum. Sonuç sadece sıfır beden olmak, incelmek ya da vücutlarındaki bir organı daha da 'güzelleştirmek' uğruna ölen insanlar değil! Güzellik uğruna hayatta meydana gelen kimi bunalımlar da değil. Ötesi, oldukça derinlere dayanan bir tartışma bu. Sistemin yarattığı 'güzellik' algısına karşı "güzellik dışsal değil içseldir, asıl güzellik içtedir" gibi sözlerin çok çok ötesinde. Konuyu her açıdan da ideolojik yaklaşımlardan kopuk ele alamayız. Zira insanın yaşamı boyunca güzel ve çirkine dair edindiği algı, ideolojiktir, taraflıdır. Estetik bilinç dediğimiz bu sübjektif estetik yan, bir sınıfın damgasını taşır ve üst yapısal olması itibariyle, belirli bir tarihsel süreçte, toplumdaki hakim estetik anlayışının, hakim sınıfların estetik anlayışı olacağı da açıktır. Neyi, niçin güzel bulduğumuzu düşünmek zorundayız.
Kapitalist sistemde beden, tüm düşünce ve yaşayış biçimlerinden soyutlanarak politika üretilir. Seçilen kimi bedenler, rol model olarak sunulur topluma. Onlar gibi olabilmek için gayret içinde olmalıdır kalanlar. Kapitalizm ve onun var ettiği popüler kültürde egemen olan özellik ambalaj kültüdür. Dış görünüş her şeyin üzerinde olan bir değer bütünü içine yerleşir. Özgür iradenin kullanımına izin vermeden, insanı ele geçiren bir atmosferdir bu. Bu atmosferde, öz ile biçim arasını büyük bir boşluk kaplar. Oysa biçimi göz ardı etmeden öze inmenin ihtiyacı var. Kadın erkek ilişkisi de moda konusudur. Örnek tipler yaratılarak bu konuda bir ilişki örneklemi yaratılır. Bunun özünde cinsel ilişki vardır. Kadını meta olarak gören anlayış vardır. Bu dünyada, bu düşünce sisteminde kadın metadır. Meta alanı soğuk, kuru, duygusuz, düşüncesiz bir alandır. Sadece hesap vardır. Bu ilişkilerin felsefik bir temeli yoktur. .
Foucault'ya göre iktidar, bir sınıfın ya da devletlerin sahip olduğu ve biriktirdiği bir madde değildir; belirgin bir öznesi ya da tutarlı, bütünleşik bir yapısı yoktur. Toplumsal örüntüye içkindir, parçalı ve mikro süreçlerle işler. Tüm olan biteni unutturmak, insanı düşünceden kopararak sahte algılar yaratmak, gerçek hedeften uzak gündemlerle uğraşmasını sağlamak, kısaca insanı iktidarı için kullanabileceği nesneler haline getirmek. De Beauvoirdan beri, kadınların baskı altına alınması biyolojiye değil, topluma; tek tek erkeklere değil, erkek egemen kurumlara; erkekler ve kadınlar arasındaki psikolojik farklılıklara değil, üretim ve yeniden üretimin sosyal yapılarına ve kadınlık ve erkekliğin bir dikotomi olarak kültürel inşasına bağlanmaktadır. Bu noktada yeni bir yaşam, öteki ve özgür bir yaşam arayışında olan erkekler açısından bu kurumların var olduğu bir toplumda kadınla yaşam nasıl inşa edilecek, ilişkilerin temeli nasıl olacaktır? Tecavüz, kadınların ezilmesinde ifadesini bulan iktidar ilişkilerinden kaynaklanan ve bu ilişkilere gönderme yapan politik bir eylemdir. Kadınla ilişkide bu kültürü tamamen aşabilmek gerekir. Tecavüz kültürünün bu kadar kurumlaştığı bir toplumsal yapılanmada felsefe olur mu?Tecavüzün olduğu bir ilişkide felsefeden bahsedilebilir mi?
Erkek egemenliği asıl olarak, toplumun hem erkek ve hem de kadın üyeleri tarafından öyle ya da böyle normal veya doğal görmek, kabul edilen bir dizi sosyal, ekonomik, politik ve ideolojik kurum ve pratiklere dayandırılmaktadır. Bu çerçevede modern patriarkal yapılanmalarda ordu, endüstri, teknoloji, üniversiteler, bilim, politik alan ve finans gibi iktidar ve otoritenin tüm kaynaklarındaki erkek tekeli karşısında şiddet kullanımının ancak tali bir rol üstlenebileceği kabul edilmiştir. Yani kadın erkek ilişkilerinde kaba şiddetin olmaması ne kadar yeterli bir ilişki düzeyidir?
Baskı her iki cins tarafından kabul edilen bir ideoloji olarak tezahür edebilecek erkeklerin bir yandan kadınların koruyucusu, bir yandan da öldürücüleri olmalarının içerdiği çelişkiye dikkat çekilmektedir. Kadınlık, toplumsal olarak erkekliğin bir tamamlayıcısı olarak inşa edilmektedir. Gelecekte erkeklerin erkekliklerini kadınlara karşı takındıkları saldırgan ya da korumacı tavırlarıyla tanımlamaktan vazgeçeceklerine güvenim var diyen GianniVettomo, şeffaf topluma ilişkin önemli bir gerçeğin altını çizmek istemiştir.
Tecavüz, cinsel bir davranıştan öte erkeklerin kadınlar üzerindeki kolektif egemenliğini temsil eden ve bu bakımdan terörizme benzer politik niteliği olan bir fiil olarak değerlendirilmiştir. Ötekine saldırganlıkla kendini yüceltme ereğinde yarışma olarak ortaya çıkan toplu tecavüz, kadının bir nesne olarak konumlandırılması ve erkeğin cinselliğinin hak edilmiş bir saldırı silahı olduğuna dair güven üzerinde yükselmektedir. Böylece tecavüzcünün kendisinin yükseldiği yanılsaması, hegemonik erkekliğin yüceltildiği bir ritüel olarak ortaya çıkmaktadır. Erkek, güç ve ayrıcalığının bir tamamlayanı olarak, cinsel ilişkinin hak olduğu algılamasına dayanmaları romantik aşk, monogami, annelik ve kültürel alanda kadınlığın duygusal olanla ve özel alanla, erkeklik ise başarı ve kamusal alanla ilişkilendirilmesi gibi eril ekonomik ve politik gücü ile kadınların bağımlılığını güçlendiren çeşitli ideolojik mekanizmalar ele alınmıştır.
Tecavüz toplumsal cinsiyet iktidarının iğrenç bir aşırılığı olmasına rağmen, bununla birlikte kadın kişiliksizleştirilmekte, nesneleştirilmekte, aşağılanmakta ve bu suretle erkeklik yüceltilerek eril iktidar güçlendirilmektedir. İnsan pratikleri bir yandan toplumsal yapıların kurulmasında ve sürdürülmesinde işlevselleşirken, bir yandan da toplumsal yapıdan etkilenerek ona karşılık verirler. Kolektif düzenlemeler ise insan pratiğini çerçeveleyerek kısıtlamaktadır. Bu kapsamda tecavüz, bir yandan bir insan davranışı olarak eril iktidarın kurumsal ve kültürel desteğine ve sınırlarına ilişkin bir belirti olurken, diğer yandan her gerçekleştiğinde eril iktidarı ve yaygın toplumsal cinsiyet normlarını yeniden üreten ve sürdüren bir nitelik taşımaktadır.
Aşkın Yeniden Tanımı, Özgürlük İlişkisi
Kadın ile erkek arasındaki ilişkinin felsefi temellere dayanması şarttır. Felsefenin aşkınlığında; toplumsal sorunların çözümünde bu ilişkinin gerçekleştireceği toplumsal özgürlük alanları, toplumsal sorunların çözümünde de en önemli güç olacaktır. Bunun dışında ne tüketim kültünün hegomonyası, ne de moda denilen canavarlığın bu sorunlara güçlü bir cevap oluşturması, onları aşan ve gerçek anlamda özgürlüğün bütün renklerini bağrında taşıyan bir düzeyi yaratması koşul olarak toplumun önünde durmaktadır.
Sokrates, Aşka Övgü adlı çalışmasında; aşkı bir düşünce biçimi olarak ele almaktadır. Uzun yıllar önce Sokrates tarafından aşka getirilen bu tanım oldukça ilginçtir. Aşkın, salt bir düşünce biçimi olduğunu elbette ifade edemeyiz, fakat düşünme biçimi olan aşkın da; toplumsal doğanın bütün ritüellerinde sağlıklı sonuçların ortaya çıkmasını sağlayacağından da şüphe duyamayız. Günümüzdeki gibi tüketen, sahiplenen ve nihayetinde öldüren bir aşk anlayışından ziyade düşünceyle kendini yaşatan, bu şekilde Sokratesin adı geçen çalışmasında; iki sofistikenin tartışmasında karşımıza çıkan bu değerlendirme son derece önemli olmaktadır. Aşka dair yine Sokratesin felsefe yapmanın ilk şartı aşkla başlamaktır belirlemesi de önemli bir diğer dipnot olmaktadır. Buradan anlayabildiğimiz kadarıyla; toplumsal ilişkilerin ruhunda ve zemininde aşkın yeri önemlidir ve gerçek tanımına her zamankinden daha fazla ihtiyaç duymaktadır.
Fransız sosyal bilimci A.Badiouda aşk üzerine şu tespitte bulunmaktadır; aşk üstüne bugün de hala çok yaygın olan ve bir şekilde aşkı karşılaşmada harcayan romantik bir anlayış olduğunu düşünüyorum. Aşk şu haliyle dünyada karşılaşmada, büyülü bir dışsallık anında yakılıp kül ediliyor, tüketiliyor, harcanıyor. Orada mucize gibi bir şey oluyor, varlık yoğunlaşıyor, özneyle-nesnenin birbirine karıştığı bir karşılaşma meydana geliyor. Ama olaylar böyle geliştiğinde, karşımızdaki ikinin sahnesi değil, Birin sahnesi olur. Özneyle nesnenin birbirine karıştığı aşk anlayışı şudur; iki sevgili karşılaşır ve dünyaya karşı Birin kahramanlığı olarak adlandırılabilecek bir şey meydana gelir. Bu önemli tespitte bize gösteriyor ki; günümüzdeki aşkın tanımı veya toplumsal yaşamdaki kimliği olarak; özne-nesne ayrımını her yönüyle ortadan kaldırılmalıdır.
Ancak bu şekilde kadın özgürlüğüne, özgürleşen kadınla birlikte erkeğin aşılmasına ve özgür bir toplumun inşasına katılabilinir. Toplumsal işleyişi ve etkisi bu kadar geniş olan bir sorun karşısında; erkeğin her yönüyle, hatta kadından daha fazla kendini sorgulaması-sistemin ona yüklediği rasyonaliteyi iyi görmesi gerekiyor. Bunun dışında özgürlük ilişkisini kurmak/geliştirmek veya paylaşmak pek de mümkün değildir. Sevginin kaynağı, paylaşımın temel etkileri ve aşkın özgür halini ancak bu şekilde anlayabiliriz. Bu konuda aşkın ve sevginin özgürlüğüne en güzel örneği Şehit Viyan arkadaşın mektubunda bulabilmekteyiz! 2006 yılında Önderliğin esaretini tekrardan yaşamak istemeyen ve EdîBese hamlesinin başlatıcısı olan Ş. Viyan yoldaş yazdığı mektubunda, aşka ve özgürlüğe tanım getirirken benim de sevgim bu şekildedir diyerek, özgürlük ateşiyle ve anlayışıyla yoğrulmuş bir aşkın gücünü tüm dünyaya göstermiştir.
Kaynaklar
-Demokratik Toplum Manifestosu 5. Kitap/ A. Öcalan
-Demokratik Toplum Manifestosu 3. Kitap/ A. Öcalan
-M.Foucault-İktidarın Gözü
-GianniVettomo-Şeffaf Toplum
-Sokrates-Aşka Övgü
-A. Badiou-Aşkın Halleri