ANLAMLI YAŞAM ÖZGÜR İRADEYLE EVREN İRADESİNE KATILMAKLA MÜMKÜNDÜR

07 Sibat 2014 În

Evrensel varoluşun sonsuz olmadığını, en anlamlı varoluşun anlamlı yaşamların sonluluğu olduğunu bilince çıkaranlar, yüreklerinin derininde bu anlam zerresini yaşayanlar hakikat arayışçılarıdır

Dilzar DİLOK

 Yeni yaratılan anlamlar, yaşam tanımının derinliğiyle ve evrenle uyumuyla bağlantılıdır. Yaşam tanımı neden bu kadar çoktur? Neden yaşayan herkesin bir yaşam tanımı vardır? Aynı öğeyi çoğalan tanımlamalarla ifade etme çabası, tanımlanamama korkusundan mıdır? Kimileri yaşamı, tersinden açıklamaya çalışırlar. Yaşamı, ölümün yardımıyla izah etmek, yaşamı mı anlatır yoksa ölümü mü izah eder. Bu tarz anlatımlardan anlaşılması gereken bir şey vardır, yaşamı anlamak için ölümlülüğü düşünmek gerekir. Yaşamın anlamı sonluluğunda gizlidir. Bu sonluluğu yaratan da ölüm olduğuna göre, ölüm, yaşama anlam kazandıran, zamanın değerini daha çok bilmemizi sağlayan temel bir dürtüdür.

Her şey canlıdır diyoruz, taşlara dahi canlılık atfediyoruz. Bunlara rağmen ölümü düşününce korkuyoruz. Nasıl bir canlılıktır ki kendi dışımızdakilere atfediyoruz ama kendimizin ölüm halini canlılığın bitişi olarak görüyoruz. Sonsuzluğu düşünebilen varlık sonluluğu nasıl kabul eder diyorlar. Ölüm bir son mudur? Yaşamla ölümü iç içe yaşıyorsak, dahası her an ölümün sonluluğunu yaşıyorsak, yaşadığımız anları evrensel varoluşta nereye koyabiliriz?

Evrensel varoluşun sonsuz olmadığını, en anlamlı varoluşun anlamlı yaşamların sonluluğu olduğunu bilince çıkaranlar, yüreklerinin derininde bu anlam zerresini yaşayanlar hakikat arayışçılarıdır. Gerçeğin uzağına düşüldüğünü erkenden anlayanlar, yüreklerinde bir sızıyla duyumsayanlar, evreni yüreklerinin derininde sezenler-bilenlerdir onlar. Düşme eğilimini herkesten önce fark edenler, düşmeyi engellemekten de öte kanatlanmanın arayışına gitmişlerdir. Bu arayış, düşmenin sebeplerini, düşmeye eğilim göstermenin gerekçelerini ve neden kimsenin fark edip engel olamadığını anlamlandırmayla olgunlaşmıştır. Uçurumlu zamanları en anlamlı yaşayanlardır onlar. Yanlışa karşı koyma, haksızlığa tahammül edememe, adaletsizliği kabullenememe, yaşamın özünü oluşturan gerçeklere karşıt olan her şeye karşı olmak arayışı tetikleyen ilk kıvılcımdır. Nasıl olması gerektiği ise kıvılcımın olgunlaşıp kızıl bir ateşe dönüşmesidir. Olgunlaşan düşünceler, ortaya konulan çözümlerle somutlaştırıldıktan sonra, düşmeyi engelleyerek uçurumların tedbirini alacak yeni yaşam biçimlerini, yeni düşünce tarzlarını, yeni dünya algılarını yaratmayı amaçlamıştır. Bu yeni düşünceler, yaşamın yaşanılabilir olması için esas alınması zorunlu olan hakikatlerdir. Yeni düşüncenin oluşması gerçeği, politik toplumun varlığını sürdürdüğünün kanıtıdır. Kendi doğal ve ahlaki yaşamını sürdürmenin yol ve yöntemleri aranmakta, bu doğrultuda yaratıcılık geliştirilmektedir. Bu anlamıyla hakikat arayışı ahlaki bir yaşam yaşamaktır. Bu yönüyle hakikat arayışçıları da önce ne yaşadıklarının, nasıl yaşadıklarının tanımını yapmakla başlamış, akabinde nasıl yaşanması ve nereden başlanması gerektiğinin çözümlerini aramışlardır. Onlarınki özgür ve ahlaki bir yaşamdır. Ama bu yolculukta, hakikate ulaşma ve ulaşılan hakikati tüm insanlara ulaştırma çabasında karşılaştıkları zorluklar da aynı düzeyde hayatidir.

Tarihe baktığımızda hakikat arayışçılarının belli uyanışlar gerçekleştirdikten ve bu uyanışlar iktidar odakları tarafından fark edildikten sonra katledildiklerini görmekteyiz. Yakılan, derisi yüzülen, komplolarla ortadan kaldırılan, kuyularda boğdurulanlar kadar toplumdışında tutularak siyaseten katledilen insan özleri, bunu doğrulamaktadır. Bruno ile İbrahim’i kader ortağı yapan bu gerçektir. Hallac-ı Mansur ile Nesimi’yi hayat arkadaşı yapan da bu gerçektir. Sühreverdi, Mani, Mazlum Doğan, Kemal Pir, Beritan, Zilan ya da diğer peygambersel çıkışların benzer bir sonu yaşamaları, aynı gerçeğin izinden yürümelerindendir. Önderliğimizin bugün yaşadığı tek kişilik cezaevi koşulları da, iktidarın hakikat arayışçılarına uyguladığı yöntemlerden biridir. Katledip yok edemediğini toplumdan yalıtma, tecrit etme yöntemi, tarih boyunca uygulanagelen bir yöntemdir.

“Arayan mevlâsını da bulur, belasını da” deyişi, tam da bu hakikat arayışçılarından yola çıkarak söylenmiş gibidir. Ortadoğu’da tanrı arayışı, tanrıya ulaşma özlemi olarak adlandırılan hakikat arayışçılarının, aradıkları tanrıya, tanrı dedikleri özde topladıkları ahlaki toplumu yaşatacak gerçeklere ulaştıklarını, ama bununla birlikte iktidar odaklarının menfaatlerine tezat teşkil edecek bu yaşamları yaşayamadan katledildiklerinin amiyane ifadesidir. Arayışçılar, bu yaşamları bir bütün oluşturamamış ya da somut olarak yaşayamamış olsa da, hiçbir gerçeği aratmayacak kadar ideallerinde bunu derinliğine yaşamış, yaşadıkları kadarıyla insan olmanın kıvancına erişmiş, gönüllerinde bir bayram coşkusu yaşamış ve bir yönüyle de metafiziğin gücünü kendi somutlarında ortaya koymuşlardır.

Yaşamı tanımlamak, yaşıyor olmanın, yaşam denilen algıyı kendi gerçeğiyle bütünleştirmenin temelini oluşturmaktadır. Yaşamı doğru tanımlamak ise, varolanı doğru algılamak ve anlamlı yaşamaktır. Zira herkesin bir yaşam tanımı, bir dünya algısı vardır ama Önderliğimizin anlattığı gibi her gerçek ya da her yaşanmışlık hakikat değildir. Bu doğrudan yola çıkarak doğru bir yaşam tanımına ulaşmanın anlamlı yaşam arayışımızda başlangıç noktasını oluşturduğunu bilmek durumundayız.

Doğu kaynaklı felsefelerin, anlam ve hakikat arayışlarının kökenine kendinden vazgeçmek, bir anlamda yok olmak yerleştiriliyor. İnsanın ben’i geliştikçe hakikatten uzaklaştığı anlamı çıkıyor bu öğretilerden. Ve uzaklaşılan hakikate yakınlaşmak ve olmak için gelişen beni öldürmek, yani ölmek gerektiği kanısı…

Olmamak ölmek midir? Ya da cümleyi değiştirirsek, ölmek, olmamak mıdır? Ölüm kavramına her yöneliş, her sorgulayış ve bu kavramı her düşünüş, bizleri yaşama, yaşamın en derinine, anlam denizinin kıyılarına ve yüreğimizi anlam damlalarıyla ışıtan zamanlara yöneltmektedir. Ve bu zamanlarda kalplerin kıyısında, yaratımlardan doğan hiçlik ve heplik olgularına yönelik duyumsamalar oluşmakta, insanın içinin derinliklerine bir kıvanç, bir yaranın sağaltıldığı, bir zindandan kurtulmuşluk, bir felaketten dönmüş olma duygusu gelip konmaktadır.

Kendini yaratma istemi, evren iradesiyle ortaya çıkan ben’i kendi iradesiyle oluşturma, bu noktada evren iradesiyle kendi iradesi arasında bir uyum, birliktelik yaratma çabasıdır. Yaşamın anlamını az çok sorgulayan her insanın, tüm yaşamını bu çabaya hasretmesi, ilginçtir. Çalışırken, yemek yerken, otururken, ağaç dallarında durup bizleri seyreden çiçeklenişi duyumsarken, yağmurun yağışında kendi zamanımızın akışını izlerken, kuş seslerini dinlerken, suyun uğultusuna karışırken azar azar, karanlığı teninde bir demir soğukluğunda sezinlerken, okurken, yazarken, ilişkilenirken ve tüm diğer edimleri gerçekleştirirken, amaca muhakkak varoluşla ilgili bir payın karışması nedensiz değildir.

Tarihte birçok öğreti ya da yaşam anlayışı, geldiğimiz dünyada keyfince yaşamayı öğütlemekte ve birçok insan da bu öğütleri esas almaktadır. Buna rağmen keyfince yaşamanın dahi, güçlü bir anlam verişle olduğu kanısı kaçınılmaz olmaktadır. Bundandır, keyfince yaşamayı benimseyen insanlar dahi, verdikleri anlam kadar mutlu yaşayacakları bilinciyle yaşamakta. Ve bunun için her insan, kendini yaratma çabasına az çok girmektedir. Bir anlamda dünyaya kendi iradesi dışında gelen insanın, bu var oluşa kendi iradesini katarak, evren iradesine katılma istemidir kendini yaratma çabası. Çünkü kendini yaratma ifadesi, insanın kendi üzerindeki iradesini anlatmaktadır her şeyden önce. “Kendimi yarattım” diyen insan, kendi iradesini varoluşuna katarak evrenle kendisi arasında güçlü bir uyum oluşturmuş demektir. Kendini yaratmış olduğuna inanan insanların yaşadığı kıvanç bundan olsa gerek.

Olmak bilinci, kendi oluşunun anlam sorgulamasından çıkardığı sonuçların negatifliğinden kaynaklanmaktadır. Kendinliği, kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini sorgulayan insan, evrende bulunuşuna katacağı uyumun ilk noktasını ararken dünyaya gelişindeki kendine rağmenliği bulmaktadır. Bütün varlıklar bunu sorgulayıp değiştirme ihtiyacı duymadan yaşayıp ömrünü tamamlamaktadır. Oysa insan, bu varlıklardan kendini ayırarak evrenin ve evrimin son örneği olma özelliğini kazanmıştır. Zamanın kendinden önce ve sonrasını sorgulayan insan, her ne kadar kendinden üstün bir evren gücünün olduğunu biliyor olsa da, ilk oluşumunu, kendi çapındaki evrimini düşündükçe kendi iradesinden öte bir var oluş koşulu gördüğünden, kendini yaratma arayışına yönelmektedir.

Önderliğimizin yaşam tanımı bizleri yaşam üzerine derin düşüncelere yöneltmekte, düşünce sınırlarını zorlayarak özgür düşünceye doğru adım attırmaktadır. Özgür yaşamın ne olduğu ve nasıl yaşanacağı sorusuna cevap ararken Önderliğimizin belirttiği hakikatleri tek tek anlama çabasını geliştirmek en önemli yöntem olmaktadır. Bu hakikatleri anlayarak yaşama yönelmek kendini yaratmak anlamına gelmektedir. Kendini yaratma arayışının ateşiyle yanan kişilikler, var oluştaki evren iradesine katılmayı derinden isteyen ve kendi olma çabasını ileri düzeyde verenlerdir. Bu konuda bir kaygısı, arayışı, anlam yükleyişi olmayanlar, yaşadıkları zamanla sınırlı kaldıklarıyla yetinen, özünde ise zamanın dışında yaşayanlardır. Çünkü şimdi, dün ve bugünün, zaman ve mekânda birleşmesidir. Ama bu konuda bir kaygıya giren, huzursuzlanan, yaşadığı zamanın ruhunu arayan ve bulduklarıyla yetinmeyenler, yaşadığı anı duyumsayan ve bu anın ötesinde bir şeylerin olduğunu kalplerinin derininde ince kıyılmış bir hüzünle duyumsayanlar, yeni arayışlara yönelirler. Huzursuzluklarını gideremeyeceklerini bile bile huzuru ararlar. Gönül rahatlığı derler kiminde, kimi zaman da vicdan... Kalplerinden yükselen sese kulak vermek derler kiminde, kimi zaman da aklına eseni yapmak…

Nihayetinde bu yöneliş, kendini arayıştır. Kendini aramak ve buldukları yeniyle mevcut olanı yüzleştirerek bir tercih yapmaktır. Bu tercihler kendini yaratma adımlarını oluşturduğundan bu kişiler, kendilerini yarattıkları oranda evrendeki var oluş iradesiyle uyumlu bir evren parçası olduklarını duyumsarlar. Örneğin, yanlışlıkla dünyaya gelmiş olan birinin bunu yaparak kendi varoluşunu evrenle uyumlu iradesel bir anlama kavuşturması, tüm bedellere rağmen takdire değerdir. Anlam arayışı, yaşanılan çağın insanı sıkıştırdığı cendere göz önüne alındığında, derinleşmenin ilk aşamasında insanı hiçliğe götürmektedir. Ama hiçliğin heplikle, yokluğun varlıkla koşullanması kaçınılmazdır. Ve bunu bilen kişi, bir sonraki yönelişin bütünsel bir anlama ulaşmayı getireceğini sezinlemektedir. Düştüğünün farkına varmayan insanın kalkamaması ya da uçurumun kenarında kanatlanmak buna örnektir. Tarihteki en yüce anlam arayışlarının ve kendini buluşların kaynağında, mevcut olanın derin tahlilini, var olan geriliğin reddini ve ondan kurtulma isteminin yakıcılığını görmemiz de bununla bağlantılıdır. Uçmak, yerdekileri görmemek değil, yerdekileri görüp ondan kendini sıyırmaktır. Olmak için, biraz ölmek gerekir. Ama egemen sistemlerin bizleri öldürmesini reddetmekle başlar bizleri olduracak ölmek. Çünkü anlamlı yaşamın temelinde, özgür iradeyle var oluş ve evren iradesine katılma vardır.