EKOLOJİK TOPLUM VE KOMÜNAL EKONOMİ
26 Adar 2014 Çarşem
Bu bağlamda ekolojiyi ekonomisiz ele alamayacağımıza göre ekonomiye ilişkin önemli hususları dile getirmek ve ekolojiyle bağını kurmak önemlidir
Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi
Ekolojik Bilinç, Doğa-Evrenle Yeniden Buluşmaktır
Demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü toplum paradigmasının temelini oluşturan, Ekolojik-Ekonomik Toplum inşasında öncelikli olarak derin bir yaşam anlayışı ve bakış açısına, köklü bir zihniyet dönüşümüne ihtiyaç vardır. Önder Abdullah Öcalan, merkezi uygarlığın, özelde erkek egemen kültürünün beş bin yıldır yaratmış olduğu yanlışlıklarla dolu bu yaşamın düzeltilebilmesi, doğru tarzda yaşanması için demokratik-ekolojik, özgür bir toplumun yeniden inşasını ortaya koymaktadır. Genelde evren özelde ise insanlığın yok oluşa doğru gittiği bu bilinmezlik çağında ekolojik toplumun inşası ekmek-su kadar aciliyet istemekte, zihniyet ve vicdan devrimini zorunlu kılmaktadır. Merkezi uygarlığın toplumlar üzerinde yarattığı iktidarcı-sömürücü yaşam tarzı, zihniyet ve kültürel dönüşümü kadar, ahlaki yaşam tarzını ve onun radikal mücadelesini gerektiriyor.
Ekolojik bilinç ve ekolojik yaşam, toplumun yarattığı insani değerler temelinde özüne, yani doğaya dönüşünü ifade etmektedir. Özellikle insan-doğa ilişkisinin yeniden hayata geçmesi hem zihniyet hem anlayış ve hem de pratik bakımdan olmazsa olmaz kabilindedir. Çünkü insanlığın yakın geleceğini tehdit eden birçok potansiyel tehlikelerin var olduğu (savaşlar, doğa afetleri, toplumsal sorunlar vs.) ve bunun önlenebilmesi için toplum-doğa, insan-doğa, insan-insan ilişkilerinin felsefik, ideolojik, kültürel ve bilimsel açıdan yeniden yapılandırılması gerekmektedir.
Önder Abdullah Öcalan, savunmalarında Endüstriyalizme karşı Ekolojik Toplum alternatifini koymakta ve Neden toplum-doğa ilişkisi bu hale geldi, Neden birbirinden koptu ve yabancılaştı sorularıyla ekolojik bilinç ve felsefeyi topluma tekrar kazandırmaya, insanın doğayla ilişkisini yeniden kavramsallaştırmaya çalışmaktadır.
Ekonomiyi de ekolojiden kopuk ele alamayız. İkisi simbiyotik ilişki temelinde birbirine bağlıdır. Ne ekolojisiz bir ekonomi, ne de ekonomisiz bir ekoloji ve de onlarsız bir toplum düşünülebilir. Fakat burada tekelci sermayedarların ve devletin elindeki ekonomiden bahsetmiyoruz. Bahsedilen kuşkusuz kadının ev ekonomisi, toplumun paylaşımcı, dayanışmacı, toplumsal ihtiyaçları esas alan ekonomisidir. Komünal ekonomiden bahsediyoruz. Komünal ekonomik yaşamın gelişmesi için öncelikli olarak ekolojik bilinç ve felsefeyi yakalamak, bunun için de merkezi uygarlığın bin yıllardır zihnimizde yarattığı tahribatları silmek, tutarlı ve keskin bir zihniyet mücadelesi vermek gerekmektedir.
Toplum ve doğa arasında ilişkiler adeta bir uçuruma dönmüş, insanın doğaya karşı güzel duygu ve hislerinin yerini vahşi, acımasız, kin, nefret ve şiddet duyguları almıştır. Bu bakımdan insanın doğaya yüklediği yanlış anlam ve yakıştırmalar (ölü-cansız, nesne, vahşi vs.) aşılmadan doğayla insan uyumunu sağlamak mümkün değildir.
Ekolojik Bilinç, Toplumsal Bir Bilinçtir
Bizim felsefemiz bir atın gözlerindeki anlamı sezmekten tutalım, bir kuşun sesindeki anlamı çözmeye kadar yaşamı bir bütün olarak algılar. Yaşlı bilgeye büyük saygıdan başlayıp, bir ceylan kadar ürkek bir genç kızın arayışına yanıt olmaya kadar her şeye anlam yükler.(1)
Önder Abdullah Öcalan, doğa-evrene bakış açısını bu yalın olduğu kadar derinlikli sözlerle ifade etmektedir. Bu derinliği yakalamak, içerdiği anlamı kendinde gerçekleştirmekle mümkündür. Burada önemle üzerinde durulması gereken temel bir olgu da zamandır. Zaman, anda var olmanın, kendini oluşturmanın adıdır, ruhudur. Zamanın ruhuna ulaşmak Önder Abdullah Öcalanın yarattığı yaşam felsefesine, özelde de ekolojik bilince ulaşmaktır.
Ekolojik bilinç, toplumsal bir bilinçtir. Bireyin zihinde, ruhta ve yürekte canlı evren anlayışına ulaşmasıdır. Doğaya ve toplumsallığa yabancılaşmış insanın, tekrar kendi özüne dönmesi, ancak zihin ve vicdanda yapacağı büyük dönüşümü gerçekleştirmesi ve doğa-evrene özeleştirisel tutum sergilemesi ile anlam bulabilir. Önder Abdullah Öcalan savunmalarında ilk özeleştirisini çocukken öldürdüğü hayvanlara karşı vermiştir. Zihniyet olarak kendisinde gerçekleştirdiği devrimsel çıkışın temel adımını böyle atmıştır. Yeni yaşam felsefesini, bakış açısını bu özeleştiriyle ortaya koymuştur. Canlı evren ve doğa anlayışını, tüm bitki, hayvan türlerinin yine insan topluluklarının renk, cins, kültür ayrışımına gitmeden farklılıklarıyla var olma hakkını özeleştirel temelde dile getirmiş ve bunu Toplumsal ekolojiye dönüş olarak adlandırmıştır.
Tanım Olarak Ekoloji ve Tarihçesi
Ekolojik yaşam, Ekolojik toplum kavramları bizler açısından yeni olabilir. Dahası Önder Abdullah Öcalanın savunmalarıyla gündemimize girmiştir. Fakat Ekoloji kavramı yeni bir kavram değildir. Tarihte çokça dile gelen ve bilim insanları tarafından yoğunca tartışılan bir kavramdır. Önceleri sadece çevre ile bağı kurulan bir kavram olarak ele alınmıştır. Ekoloji, sadece çevre bilimi ya da doğa felaketlerini araştıran bir bilim dalı değildir. Kuşkusuz bunları da içine alır. Fakat salt o değildir. En önemli konularından birisi insandır. Ekoloji, insanı, toplumu ele alarak, beş bin yıldır erkek egemen kültürün yarattığı pragmatist, pozitivist zihniyetin doğa ve insan, doğa ve toplum, birey ve toplum ve insan insan ilişkisinde yarattığı uçurumu kapatmayı amaçlar.
Doğa ve toplum arasındaki ilişki günümüz itibariyle sistem karşıtı hareketlerin (anarşistler, feministler, çevreci akımlar vs.) yoğunlaştığı bir alan olurken, ekolojiye doğru bir tanım getirmede daha da önemlisi kapitalist-tüketim toplumuna alternatif bir ekolojik toplum inşa etme konusunda ciddi bir adım görülmemektedir. Varsa da çok cılız ve pasif bir mücadele gerçekliği söz konusudur.
Ekoloji terimi Yunanca da konut, çevre anlamına gelen Oikos kelimesinden türetilmiştir. (Eko: konut-çevre - loji: bilim) Ekoloji biliminin tarihsel kökeniyse 19.yy.a dayanmaktadır. Kavram olarak ilk kez 1870 yılında Alman biyolog ve hayvan bilim uzmanı Ernest Haeckel tarafından kullanılmıştır. Haeckel, ekolojiyi bitki ve hayvanlar üzerinde yapılan araştırmalar temelinde ele almaktadır. Fakat daha sonra sanayi ve endüstriyel gelişmenin sınırsız, ölçüsüz geliştirilmesi (atom bombaların ve kimyasal silahların kullanımı, Hiroşima vs.) bunun toplum ve doğa dengesinde yarattığı bozulma ve tahripler ekoloji bilimini de köklü araştırmalara ve düşünsel çabalara yöneltmiş, ekoloji kavramı dar anlamından çıkarak, daha geniş bir anlama kavuşmuştur.
Tarih sadece yazılanlardan ibaret değildir. Kuşkusuz gerçek tarih söylenenlerin çok daha ötesine uzanır. Evrenin başlangıcına kadar gider. İçinde yaşadığımız evren hiç kuşkusuz, ilk canlının ve giderek bitkilerin, hayvanların ve en son olarak ta insanın ortaya çıkmasından çok önceleri, yani 20 milyar yıllık bir varoluş sürecini kapsamaktadır. Evrenin oluşum seyri incelendiğinde müthiş ve büyüleyici bir gelişim görülmektedir. Yaşamın suda başlaması, oradan karaya yayılması, tek hücreden sayısız hücrelere, oradan milyonlarca canlı çeşitliliğine ulaşmak evrim sürecinin mucizevî özelliklere sahip olduğunun kanıtı olmaktadır. Atom parçacıklarının da ötesinde, dalga-parçacık evreninde olup bitenlerin başta canlılık özelliği olmak üzere varlıkların her çeşidini oluşturduğunu görmekteyiz.(2)
Ekosistemde yaşayan tüm canlıların birbirleriyle olan ilişkileri, tıpkı bir zincirin halkaları gibi iç içe bağlı, uyum içerisinde, birbirini yok etmeyen bir diyalektikle işlemektedir. Örneğin, toprakta yaşayan canlı varlıklar bitkilerle beslenir. Yine çokça örnek verilen yılan-fare ikilemi birbirini yok etmeden, fare yılandan, yılan fareden beslenerek -aynı zaman da bitkiden de beslenirler- yaşamda bir dengeyi oluştururlar. Bitkiler birçok canlının besin kaynağıdır. Bitki olmadan hayvanların yaşam koşulu tehlikeye girer. İnsanlar açısından da bu böyledir. Bitkiler fotosentez sayesinde havadaki oksijen ve karbondioksit dengesini düzenler. Kısacası doğa-evren tümüyle bir dengeyi oluşturmakta, uyum içerisinde hareket etmektedir.
Bu kadar farklılık ve canlı çeşitliliği içerisinde birbiriyle simbiyotik ilişkide olan bir evren ve doğa gerçekliği ile karşı karşıyayız. Bu kadar renkte çiçek, milyonlarca bitki ve hayvan çeşidi ve daha birçok mucizevî oluşum pozitivist aklın kaba, cansız madde-evren-doğa anlayışını boşa çıkarmaktadır. Canlı-cansız, özne-nesne ayrımları ve bunun toplumsal doğaya yansıması olarak doğa-toplum ayrımı pozitivist aklın bir sonucudur.
Mekanik evren anlayışından, sonuna kadar canlı, ekolojik bir toplum paradigmasıyla karşı karşıyayız. Enerji ve madde ikilemi olguların veya varlıkların parçalanamayacağını, birbirine zıt olsalar dahi ne enerjinin maddesiz, ne de maddenin enerjisiz olamayacağını ortaya koymuştur. İnsanın gelişim seyrinde de bunu görmek mümkündür. Önder Abdullah Öcalan insanın da bir mikro evren olduğunu, kozmos ve kuantumu çözmek istiyorsan insanı çöz! sözleriyle ifade etmektedir. Giderek bilimsel gelişmeler insanın evrenin özeti olduğunu ortaya koymaktadır. Bir çocuğun anne karnındaki gelişimi derinlikli incelendiğinde, evrenin milyarlarca yıllık oluşumunun anne karnında dokuz ayda baştan sona tekrarlandığı görülmektedir. Bu anlamda anne karnındaki oluşum bir mucizedir, dahası evrensel bir hakikattir.
Doğa bir bütündür. Bu bütün içerisinde her canlının bir yeri ve değeri mutlaka vardır ve olmalıdır. Tarihte öyledir. Bütündür. Tarihi insan bedenine benzetebiliriz. Bedeni oluşturan organların tümünü düşünelim, hepsi bir uyum içerisinde çalışmakta ve her bir organ stratejik rol oynamaktadır. Örneğin, vücudun her organı önemli bir yaşam işlevini görmektedir. Kalp, vücuttaki kan dolaşımını sağlamakta ve günün yirmi dört saati pompalama işini görmektedir. Yine beynin tüm bedeni bir komutla nasıl hareket ettirdiğini biliyoruz. Göz sadece bakmıyor aynı zamanda düşünüyor. Kısacası insan bedeni tüm organlarıyla bir bütündür. Hangi organ olursa olsun eksik veya tam olmadığı sürece beden dengesiz ve sakat olacak, işlevselliğini yitirecektir. Eksik, yarım olacaktır. Dolayısıyla tarih ve yaşam bütünselliği insan bedenindeki bütünselliğe benzemekte bu bütünsellik ise hakikatimizi ifade etmektedir. Hakikatin bütünselliğini parçalamak; tarihi ve yaşamı parçalayıp, anlamsızlaştırmaktır.
Böyle bir yazılmamış tarih vardır. Ve biz ancak insanlık tarihini bu doğa-evren tarihiyle ilişkilendirebildiğimiz ölçüde gerçek tarih bilincine yani evrensel tarih ve onun ekolojik bilinç düzeyine ulaşma imkânını yakalayabiliriz.
Doğal Toplum, Ekolojik Toplumdur
Doğal toplumun zihniyet dünyası canlı-doğa anlayışına dayanır. İlk toplum ilk insan doğanın bağrında gelişmiş ve on binlerce yıl doğayla uyum içinde yaşamıştır. Doğadaki her olgunun bir ruhu olduğu inancını taşıyan doğal toplum insanı, doğayı da kendisi gibi canlı görmüştür. Bir ağacın meyve, keçinin süt, toprağın buğday vermesi kutsallık atfedilen ve saygı gösterilmesi gereken bir olay olarak değerlendirilmiştir. Animist inanç ilk inanç biçimi olup, kaynağını bu yaklaşımdan almaktadır.
Doğal toplum ekolojik toplumun yalın gerçekliğidir. Avcılık ve toplayıcılıkla uğraşan ve yaşamsal ihtiyaçlarını bu biçimde sağlayan doğal toplum insanı, doğayla dost, barışık, uyum içerisinde bir yaşam tarzını esas almakta, bu da beraberinde özgür, demokratik ve komünal yaşamı geliştirmektedir. Özellikle toplayıcılık faaliyetleri, insanın doğayı daha yakından tanımasını getirmekte ve doğayla dostluğa, sevgiye dayalı ilişkisinin maddi-manevi zeminini oluşturmaktadır. Bu doğal bir yaşam akışı oluşturmakta ve toplum ahlak kurallarını buna göre belirlemekte ve titizlikle uymaktadır. Doğaya hükmetmek, kötülemek, vahşice kullanmak söz konusu bile değildir. Tersine bu yaklaşımlar toplum yasalarına aykırı görülmektedir. Ahlaki ve dini olarak en büyük günah olarak ele alınmaktadır. Doğal toplumun tüm üyeleri yaşam bütünlüğü içerisinde ortak, dürüst ve inançlı bir yaşam sürmektedir. Herkes buna uymak zorundadır, zaten her şey doğallığında gelişmektedir. Doğal toplum insanı canlı doğasına hep bir saygı, sevgi, minnet ve hürmet duygusuyla yaklaşmakta ve onu kutsamaktadır. Sunduğu besin ve yaşam imkânları için, yol açtığı yaşam sevinci için doğaya dualar söyleyerek, şölenler, bayramlar düzenleyerek saygı ve minnetlerini sunmaktadır.
Doğal toplumda öne çıkan ve kutsallık atfedilen bir diğer varlık ise kadındır. Çünkü yaşamı çekip çeviren, düzene koyan, çocukları doğuran, besleyip-büyüten ve toplumsallığı örgütleyen, kadındır. Doğayla biyolojik benzerliğinden, (doğurgan özelliği ve kendisini her ay yenilemesi gibi) doğayla dostluğu daha derinlikli ve anlamla yüklü olduğundan bu böyledir. Toplayıcılık yapan ve doğayla uğraşırken eli toprakla bütünleşen kadın, toprakla özdeşleştirilmiştir. Doğa ana, Toprak ana sözcükleri bununla bağlantılıdır. Kadının doğayla ilişkisi çocuk-ana ilişkisi gibidir. Duygu ve davranışlarıyla toprağı etkiler. Sevgi, saygı ve şefkatini sunar. Kadının doğayla bu biçimdeki ilişkisinin bereket, bolluk ve sağlık getirdiğine inanılır. Kadın, hayvanlarla ilişkisi içinde hayvanları tanır. Koyun, keçi, domuz gibi hayvanlardan yararlandığı kadar (süt, et, post vb.) onlarla nasıl yaşanır ve nasıl dost olunur öğrenir. Hayvanların evcilleştirilmesi de bu nedenle kadının eseri olarak gelişmiştir.
Kendini doğayla özdeşleştiren kadının doğayla bu ilişkisi toplumsallaşmadaki yeteneğini de açığa çıkarır. Kadını çekim merkezi haline getirip, etrafında örgütlülüğü sağlar. Kadının bu yaratımları toplum içerisinde saygı bulmasına ve kutsal görülmesine yol açarken, bu yaklaşımları kadının bilgeliğini de öne çıkarır. Bu da beraberinde tarım-köy devriminin zihniyetini oluşturur.
Doğa ve İnsan Bir Bütündür
İnsan, doğanın bağrında var olmuş ve çok uzun bir süre onunla uyum esas alarak yaşamasını bilmiştir. Doğaya saygı insanın kendisine saygıyı geliştirmiştir. Doğanın bir parçası olan insan, tarihte nasıl ki doğayla uyumu ve dostluğu esas alarak yaşamını geliştirmişse, bugün de krizdeki yaşamını düzlüğe çıkarmak için doğayla uyumu ve dostluğu esas alan bir yaşamı esas almalıdır. Her toplumun kültüründe ve yaşamında doğal toplum kalıntıları vardır. Doğaya saygıyı ve hürmeti öğütleyen doğal toplum zihniyetinden izler bulunmaktadır. Fakat hiçbir canlı, insan kadar doğa-evrene ve toplumsallığa zarar vermemiştir. Devletçi uygarlığın doğuşuyla birlikte hep doğadan alınmış, yararlanılmış ama hiç ona verilmemiştir. Bir de karşılığında tahrip edilip, yakılıp yıkılmış, doğa ve insan, doğa ve toplum, birey ve toplum arasına nifak tohumları sokulmuş, araya uçurumlar girmiştir. Bireyci, bencil ve hep kendi menfaatini düşünen tüketici bir insan ve toplum gerçeğiyle karşı karşıya olduğumuz bir gerçek. Peki, ne oldu da doğa ve toplum arasına mesafeler girdi? Ve insan, doğa-evrene bu kadar yabancılaştı? Bu kadar saldırganlaştı?
Ekolojik Krizlere Yol Açan Sebepler ve Buna Karşı Gelişen Ekolojik Akımlar
Bu bağlamda toplumsal krizle birlikte gittikçe derinleşen ekolojik krizin kökenini uygarlığın başlangıcında aramak en gerçekçi yaklaşımdır. Doğal toplumda kadının kurduğu sisteme karşı alternatif olarak gelişen ataerkil kültürün zihniyet yapısı (hiyerarşi-devlet) böl-parçala ve yönet terimleri üzerinden kendisini örgütlemiştir. İlk tahakküm, baskı kadın üzerinde uygulanırken, kadınla birlikte doğa ve toplum da tahakküm altına alınmıştır. Kendine ve doğaya yabancılaştırılan kadın ve toplum artık hem kendi emeği ve değerlerine sahip çıkamaz, hem de doğa-evrenin yavaş yavaş yok olmasına göz yumar hale düşürülmüştür.
Önder Abdullah Öcalan savunmalarında erkek egemen iktidarın Güçlü ve Kurnaz adam tarafından sistemleştirildiğini ve kurumsallaştırıldığını; bunun da dört temel ideolojik olgu üzerinden -Mitoloji-Din-Felsefe ve Bilim- sağlandığını ifade etmektedir. Bu olgular da özünde toplumun yaratımı olan maddi-manevi değerlerdir. Ancak Güçlü ve Kurnaz adam bunları da egemenlikçi, iktidarcı doğa ve toplum karşıtı sistemini oluşturup geliştirmekte çok kötü bir biçimde kullanmıştır. Oysaki saban, tekerlek, çanak-çömlek vb. birçok bilimsel teknik ürün doğal toplumun yaratımıdır. Hastalıkları bitkilerle tedavi etme, (ana-tanrıça kadın bunu uygulamaktadır) güneş, ay ve yıldızların hareketleriyle mevsimleri, günleri ve yönleri belirleme doğal toplum sürecine ait yaratımlardır. Bilimin ilk kurucusu doğal toplum insanıdır.
Komünal, özgürlükçü ve doğru yaşam tarzı; ahlaki ve politik toplum gerçeği ile felsefenin de temelleri neolitik devrim sürecinde atılmıştır. Din, toplumun varlığını sağlayan ahlaki örgü olarak, paylaşım, dayanışma, sevgi, saygı, eşitlik, emek ve fedakârlık gibi ölçüleri belirleyen ve yaşamdaki tüm varlıkların canlı olduğu inancını taşıyan bir olgu olarak ele alınmıştır. Merkezi uygarlığın temel ayakları da diyebileceğimiz Mitoloji-Din-Felsefe ve Bilim iktidarın hizmetinde birer araç olarak kullanılmış, özellikle kadını yaşamdan, toplumu doğadan, insanı insandan ve bedeni ruhtan kopararak, zihinleri bin parçaya bölmüştür. Ahlakla bağlarını koparan analitik zeka -kaba materyalist, pozitivist akıl- yarattığı zihniyet yapısıyla, kadını nesne, erkeği özne, doğayı nesne, insanı özne, toplumu nesne, devleti özne haline düşürmüştür. Birçok kavramsallaştırmaya gitmiş, yaşamda her şeyi parçalara ayırarak hükmünü sürdürmüştür. En başta da eskinin canlı doğa anlayışının yerine ölü, cansız-madde anlayışını yerleştirmiştir. Bu anlayış ve felsefe toplumların zihnine bir karabasan gibi çökmüştür.
Rönesans Karanlıktan Aydınlığa Çıkışın ve Doğaya Dönüşün Hareketi Olmuştur
Ortaçağın dogmatizmine karşı zihniyet devriminin büyük bir adımı olarak gelişen Rönesans, 15.yyda Avrupa da gelişmiş ve başta sanatta, edebiyatta, bilimde olmak üzere Avrupa toplumunda büyük gelişmelere neden olmuştur. Rönesansın tarihte en büyük başarısı insanın yeniden doğaya dönüşünü sağlamasıdır. Karanlık zihniyetten aydınlığa geçişin devrimi olan Rönesans, bilimsel düşünceyi doğurarak, Ortaçağın dinsel dogmatizmine, ölü-cansız madde anlayışına büyük darbe vurmuştur. Bu çağın yaratımında büyük bilim insanlarının (Bruno, Galileo, Copernik ve o dönemin cadı olarak tabir edilen bilge kadınları) canları pahasına yürüttükleri çabalar, ödedikleri bedeller karşılığında canlı doğa ve evren anlayışına dayanan yeni bir zihniyetin temelleri atılmıştır.
Rönesans zihniyetinin en önemli özellikleri ortaçağın yok ettiği insan ruhunu tekrar kazanma, alabildiğine kötülenen dünyaya, doğaya dönüş, dogmalardan kopuş ve insan aklına güveniştir.(3)
Ekolojik sorunlar merkezi uygarlıkla başlamış olsa da, bunun ölümcül bir hal alması kapitalist modernite sürecinde gerçekleşmiştir. 19.yüzyılla birlikte gelişen Sanayi Devrimi ve buna dayalı olarak tasarlanan Endüstriyalizmle birlikte toplumsal sorunlar kadar ekolojik sorunlar da hız kazanmıştır. Kâr uğruna çevrenin kirletilmesi, ormanların kesilmesi, yeşil alanların tüketilmesi, betonlaşma, sera etkisi, su kaynaklarının kurutulması, toprağın verimsizleşmesi, sel felaketleri, hava kirliliği, canlı türlerinin yok olması, baraj vb. projelerle coğrafyanın ve kültürel mirasın tahrip edilmesi ve daha birçok toplumsal sonuçları ağır olan ekolojik sorunlara yol açılmıştır. Bunların kaynağında kapitalist sistemin kurduğu iktidar ve sermaye düzeni vardır. Endüstriyalizm vardır. İktidar ve sermayenin hizmetine alınmış Bilim ve Teknik vardır.
Bu son yüzyıldır gelişen sanayileşme, fabrikalaşma, kentleşme, fosil yakıtlarla çalışan termik santraller, aşırı araba üretimi, nükleer reaktörler, doğaya zarar veren maddelerin yaygın kullanımı, ormanların yok edilmesi doğayı hızla tahrip etmektedir. Kar ve iktidar uğruna yürütülen endüstriyel faaliyetler sonucu oluşan zehirli atıklar (kükürt, azot oksid, kimyasal ve radyoaktif maddeler) doğaya atılmaktadır. Bunlar zamanla su kaynaklarının kirlenmesine, birçok bitki ve hayvan türünün yok olmasına, toprağın verimsizleşmesine neden olmaktadır.
Ormanlar, hayvanlar ve insanlar üzerinde çeşitli hastalıklara yol açan bu atıklar, atmosferi de etkileyerek, iklim değişikliğine, aşırı yağış ve seller ya da kuraklık ve çölleşme gibi mevsim dengesizliklerine neden olmaktadır. Küresel ısınma denilen olay da, yine termik santraller ve fabrika bacalarından çıkan gazlardan meydana gelmektedir. Bu gazlar güneşten gelen zararlı ışınları (ultraviyole-morötesi ışınlar) filtre eden ozon tabakasını zayıflatıp delerek, bu ışınların kolayca yeryüzüne ulaşmasına ve dünyadaki canlı yaşamı tehdit edecek düzeyde etkilemesine neden olmaktadır.
Son dönemde gündeme giren GDO (Genetiği değiştirilmiş organizmalar) ürünlerinin organik tarıma olumsuz etki ettiği, organik tarıma dayalı toplumları ve kültürleri tehdit altına aldığı, hem insan sağlığını bozduğu hem de toprağın verimliliğini düşürdüğü açığa çıkmıştır. Tüm bu endüstriyel faaliyetlerle amaçlanan daha fazla ürün dolayısıyla da daha fazla kâr elde etmektir. Daha az zaman ve maliyetle daha çok ürün elde etme çerçevesinde bunlar geliştirilmektedir.
Kısacası Endüstriyalizmde bilim ve teknolojiyi vahşice kullanarak ortaya çıkarılan bu kontrolsüz gelişme, başta doğa ve toplum olmak üzere tüm canlı hayatı yok olmanın eşiğine getirmiştir.
Günümüz itibariyle halen devam eden ve bu sorunlara dur diyecek olan elbette insanın kendisidir. Sorun salt ekoloji sorunu değil, toplumun zihniyet, vicdan ve ahlak sorunudur. Bu sorunlara çözüm arayan, mücadele veren çeşitli bazı ekolojik hareketler gelişmiştir. Derin Ekolojistler, Toplumsal Ekolojistler, Eko-Feminizm, Eko-Anarşistler, Eko-Çevreciler vb. akımlar vardır. Fakat bu krizin aşılmasında sorunun temel kaynağına inip, buna karşı ideolojik, politik, siyasal ve sosyal mücadele etmede ortak düşüncede birleşen bir örgütlülük ne yazık ki yoktur. Her akım kendi içinde farklı düşünce ve teorileri savunmakta, parçalı bir duruş hüküm sürmektedir.
Derin ekolojistler daha çok doğa merkezli düşünceyi savunmakta, doğanın tahribinden insanları suçlu göstermektedir. Kuzey Amerikada örgütlenen bu hareket etkili de olmaktadır. Greenpeace Örgütünün bu derin ekolojistlerden düşünsel olarak etkilendiği söylenmektedir. Greenpeace, 1971de Kanadada örgütlenmiş bir harekettir. İki milyondan fazla aktivisti vardır. Bu örgüt, ekolojik sorunlara karşı sıra dışı ve hızla eylem yapan bir özelliktedir.
Eko-Feministler ise ekolojiye zarar verenin erkek cinsi olduğunu, kadın üzerinde olduğu gibi, doğa üzerinde de tahakküm uyguladığı düşüncesini savunurlar.
Eko-Çevrecilik Hareketi ise pragmatik, insan merkezli, sistemin uygulamalarını yumuşatan, liberal bir harekettir. Bookchin buna Çevre mühendisliği adını verir.
Toplumsal ekoloji ise Önder Abdullah Öcalanın paradigmasına en yakın harekettir. Toplumsal Ekoloji kavramı ilk kez 1964 yılında Murray Bookchin tarafından kullanılmıştır. Bookchinin, Doğada, denge ve uyuma, sürekli değişen farklılaşma, sürekli genişleyen çeşitlilikle ulaşılır düşüncesinden hareketle, Toplumsal Ekoloji, bütünselliği yadsımadan toplumsal olan ile ekolojik olanı birleştirecek bir etiğin inşası peşinde koşmaktadır. Ona göre ekolojik krizlerin kaynağında ve insan-insan arasındaki tüm sınıfsal, cinsel ayrımların temelinde hiyerarşinin ortaya çıkışı yatmaktadır.
Tüm bu düşünürlerin, ekolojik ve çevreci hareketlerin bir mücadele anlayışları emek ve çabaları söz konusudur. Bunu inkâr etmek doğru olmadığı gibi, eleştirip, doğrusunu, alternatifini koymak ve bu hareketlerle bir dayanışma, ortak bir fikir ve anlayış ile sistem karşısında mücadele edebilme zeminini geliştirmek önemlidir. Önder Abdullah Öcalan, Marks, Hegel, Bakunin, Bookchin gibi düşünürlerin bu konudaki görüşlerine eleştirilerde bulunurken alternatifini de ortaya koymaktadır. Toplumsal ve ekolojik sorunları ele alırken sistemin bütünlüklü ele alınması ve kavranması gerektiğini, ancak bu şekilde çözüm gücü olunacağını ifade etmektedir. Demokratik ve Ekolojik Toplum olarak da kavramsallaştırdığı sistemi, devlet ve iktidar dışında, toplumun doğayla yeniden doğru temelde ilişkilendiği, kendi içinde komünal, demokratik ve ahlaki bir sistemdir.
Tarihte ilk insan toplumu doğayla iç içe yaşamasını bilmiş ve komünal bir yaşam biçimini örgütleyebilmişse, bugün de aynı örgütlülüğü ve yaşam tarzını gerçekleştirebilir. Önder Abdullah Öcalan paradigmasıyla; evrensel hakikatin bütünselliğini yakalamakta ve bu bütünselliği parçalamak isteyenlere Demokratik-Ekolojik-Ekonomik Toplum inşasını yeniden oluşturarak cevap vermektedir.
Ekoloji ve Ekonomi Tıpkı Et ve Tırnak Gibi Birbirine Bağlıdır
Önderlik, kavramlara yeniden bir tanım getirmekte, toplumun kendisine ait olanı yine topluma tekrar kazandırmaktadır. Bu temelde ekolojisiz bir ekonomi, ekonomisiz bir ekoloji asla düşünülemez ve yürütülemez. Bugün ekoloji ve ekonomi denildiğinde bu kavramların özüyle hiç alakası olmayan şeyler (doğa yıkımı, türlerin yok oluşu, genetik tarım, savaşlar, halkların kırımı, kâr, faiz, borsa, kredi vs.) geliyor aklımıza. Oysaki bu söylenenler tamamen lafı güzaf olup, kafa karıştırıcı kelime oyunlarından ibarettir. Bu iki kavramın birbirinden ayrıymış gibi ele alınması ve sanki aralarında karşıtlık varmış gibi yansıtılması, merkezi uygarlığın böl-parçala ve yönet politikasının ürünüdür. Doğa, insan için vardır ve sınırsız, ölçüsüz ondan yararlanılır anlayışı insan merkezci, tahakkümcü zihniyetin yaklaşımıdır.
Bilindiği gibi, Kapitalist modernite bugün, küresel devletler ve tekelci-sermaye eliyle kendisini üçayak ulus-devlet, kapitalizm ve endüstriyalizm- üzerinden örgütlemiştir. Bu üçayak, ekonomi ve ekolojinin özünü boşaltarak, tamamen iktidara hizmet eder hale getirmiştir. Kapitalist endüstriyalizm, ekonomi adı altında çılgınca ekolojiye saldırmakta, onu kendi çıkarı için kullanarak, sonuna kadar canına okumaktadır. Ekoloji ve ekonomi tıpkı et ve tırnak gibi birbirine bağlıdır. Her ikisi de canlılık içeren, evrensel karakterde, toplumun temel taşıdır. Fakat onları parçalayan zihniyet aynı zamanda gerçek özünü ve anlamını da çarpıtarak anlamsızlaştırmış ve birbirinden uzaklaştırmıştır. Kapitalist modernite ekoloji ve ekonomiyi birbirinden kopardığı gibi her ikisini de toplumdan uzaklaştırmıştır. Toplumun yarattığı ekoloji ve ekonomi olguları bugün topluma en değersiz görünen, en acımasız ve hatta düşman olarak karşısında duran olgular haline getirilmiştir.
Bu bağlamda ekolojiyi ekonomisiz ele alamayacağımıza göre ekonomiye ilişkin önemli hususları dile getirmek ve ekolojiyle bağını kurmak önemlidir. Günümüz toplumları açısından ekonomi denilince ilk akla gelen kuşkusuz para, borsa, kredi, faiz vs. kavramlar olmaktadır. Çünkü uygarlık ve onun uzantısı kapitalist modernite, ekonomiyi devlet ve tekelci iktidarın elinde bir sermaye alanı olarak kullanmakta, ekonomiyi toplumu tahrip eden ve ekolojiyi yıkıma götüren bir canavar haline getirmektedir.
Ekonomi, tanım ve içerik olarak elbette bu değildir. Kapitalizm ve endüstriyalizmle de hiç alakası yoktur. Tarihten günümüze kadar ekonomi kavramı sistem tarafından çarpıtılmış, gerçek anlamından uzaklaştırılarak, başta kadın olmak üzere toplumun ekonomiden dışlanmasına ve tüm ekonomik faaliyetlerin (insan emeği, tarım, hayvancılık, zanaat, pazar vb.) iktidar tekelleri tarafından işgal edilmesine yol açmıştır. Ekonominin gerçek sahibi toplumun kendisi yani çiftçi, çoban, zanaatkâr ve küçük tüccarlardır. Gerçekte ekonomist olan da kadındır.
Ekonomi kelime anlamı aile yasası, ev yasası, evi geçindirme kuralları demektir. En zor iş olan çocuk doğurmak ve besleyip-büyütmek, ev işleri ile uğraşmak, kadının yaptığı işler olarak emek ve fedakârlığın en değerlisidir. Ailenin maddi-manevi geçim kurallarını koyan ve çevresini örgütleyen yine kadındır. Toprakla üretim amacıyla uğraştığından ekolojiye en yakın olan da kadındır. Etrafında ilk toplumsallığı örgütleyen, yaşamda sevgi, saygı, ahlak ve ortak paylaşım ruhunu geliştirip güzelleştiren bu yüzden de kutsallık atfedilen kadın gerçekliğidir. Ana-tanrıça sıfatı bu nedenle verilmiştir. Kadının gerçek özünde bu ruh ve düşünce olurken bugün en fazla ekonomiden kadın uzaklaştırılmıştır. Yaptığı işler, harcadığı alın teri, göz nuru, sınırsız fedakarlık emekten sayılmamıştır.
Önder Abdullah Öcalan, hiyerarşik devletçi paradigmaya ve onun son temsilcisi olan kapitalist modernitenin hukukuna, siyasetine, kültürüne, bilim ve teknoloji anlayışına karşı olduğu kadar, ekonomik anlayışına da karşı çıkmış; paradigmasında ekonomin gerçek tanımını yaşamın başlangıcından ele alıp, paylaşımcı, ortaklaştırıcı, eşit ve özgürlükçü toplum gerçekliğine ait bir ekonomi anlayışını ortaya koymuştur.
Gerçekte ekonominin temel ölçüsü kuşkusuz toplumun ihtiyaçlarına cevap olmasıdır. Fakat iktidar ve sermaye tekellerinin elinde olan ekonomi, toplumları ve ülkeleri sömürmede kullanılan, doğayı tahrip eden bir araç durumuna indirgenmiştir. Bu unsurlar toplumun ekonomik alanlarına (tarım, hayvancılık, zanaat, ticaret, Pazar vb.) el atınca ekonomiyi toplum, birey ve doğaya karşı yürüttükleri savaşın merkezi alanı haline getirmişlerdir. Günümüze kadar süregelen bu saldırıların en önemli sonuçları ise, toplumun ekonomiden dışlanması, ekonomik alan, ilişki ve faaliyetlerin iktidar tekelleri tarafından işgal edilmesi ve bu işgal üzerinden kâr ve sermayesini güçlendirip savaş rantçılığını yükseltmesidir.
Bu işgal ve sömürünün devletçi uygarlık tarihi boyunca gerçekleştirilen işgal ve sömürüden kat kat daha fazlası devletçi uygarlığın son temsilcisi kapitalist modernite döneminde gerçekleştirilmiştir. Çünkü endüstriyalizm canavarının zirve yaptığı bu dönem aynı zaman da küresel finans çağını da beraberinde doğurmuş, bu da demokrasi, özgürlük, birey hakları, ekonomi ve daha birçok kavramın çarpıtılmasına, dahası doğa-evrenin tümüyle kaos ortamına sürüklenmesine yol açmıştır.
Komünal Ekonomi ve Ekolojik Toplum İlişkisi
Komünal ekonomi, demokratik-ekolojik-kadın özgürlükçü toplum paradigmasına dayanır. Bu anlamda ekonominin kendi özüne kavuşturulması yani tekrar toplumun doğal gelişme seyrine hizmet edebilmesi için gerçek anlamda toplumsal bir alan düzeyine getirilmesi gerekir. Ekonomi, başta onun gerçek yaratıcısı olan kadın olmak üzere ekonomiden dışlanan tüm toplumsal kesimlerin tekrar denetiminde olan, ortak bir ekonomi anlayışı ve sistemin kurulması ile ancak komünal ekonomi anlamını kazanabilir.
Komünal ekonomi, toplumun ihtiyaçlarının neler olduğuna, bu ihtiyaçların miktarları ve özelliklerine, hangi yöntemler ve araçlarla, hangi ilke ve ölçülere göre karşılanacağına ortak, doğrudan karar veren demokratik ve ekolojik bir sistemdir. Ekolojik-ekonomik yaşam tarzında toplumsal üretimlerde komün-kooperatifler esas alınır ve buna yönelik toplumun aldığı kararları yine toplum kendisi uygular.
Ekonominin iki temel alanı vardır. Bunlar, üretim ve tüketim alanlarıdır. Her iki alan üzerinde toplumsal bir denetim sağlandığı takdirde ekonomi tamamen kontrol altına alınmış olur. Burada devletin hukuk ve yasalarına ihtiyaç yoktur. Komünal ekonomi demokratik bir sistem ve toplumun denetiminde olduğundan, ilke ve ölçüler, ekonomi yasaları çerçevesinde yine toplum tarafından belirlenir ve herkes bu yasa çerçevesinde komün-kooperatiflere katılır.
Ekonomiyi ekonomi kılan temel ölçü, temel ihtiyaçları karşılama ve bunu yaparken de ekoloji karşıtı haline gelmemesidir. Burada önemli olan kuşkusuz ahlaki ölçülerin suiistimal edilmemesidir. Ahlakın olduğu yerde ne özel mülkiyet anlayışı olur ne de, tekelci karcı sermayenin eli olur. Ahlak ve politika, komünal ekonomik yaşam tarzında olmazsa olmazdır.
Komünal ekonomide, insanlar ihtiyaçlarını karşılamak için imece yolunu seçerler. Herkes işbirliği ve işbölümü sayesinde kendi alanında uzmanlaşır. Salt ekonomide değil, zanaat, ticaret, bilim, eğitim, yönetim, genel hizmetler gibi faaliyet alanları da doğar.
Ekolojik-ekonomik yaşam tarzının insan sağlığına uygun olmasını, hormonlu gıdalar olarak ifadelendirilen GDOların üretimi yerine organik tarımı geliştirmesi gerekmektedir. Tarımda kimyasal maddelerin kullanılarak toprağın öldürülmesi yerine, toprağı güçlendirici bir tarım politikasını esas alır. Organik tarım hem doğaya dost olan bir tarım şeklidir, toprağı korur, hem de toplum sağlığına en uygun olan üretimdir. Doğaya dost tekniğin hem sanayide, hem de tarımda kullanılması esastır.
Toplumsal ihtiyaçların karşılanmasını esas alan Komünal ekonominin üretim mantığında kâr ve sermaye peşinde olma bulunmadığından doğayı tahrip etme, insan sağlığını tehlikeye koyma ve toplumu işsiz bırakma gibi kaygılar söz konusu olmayacaktır. Toprak ve tarım insanlığın varoluş koşuludur. Fakat bugün tarım-tarımcılık üretim sektörü ikinci planda yer almaktadır. Çünkü sanayi ve teknoloji üretimleri başat konumdadır. Her şey makine ve robotlara bırakılınca insan eli ve emeği değmemiş yapay, hormonlu ürünlerin üretilmesine en önemlisi hantal, uyuşuk bir toplum biçiminin ortaya çıkmasına yol açılmaktadır. Oysaki sanayi ve teknolojide artan sayı toplumda gittikçe artan kriz ve çözümsüzlüğe yol açmaktadır. İşsizlik, yoksulluk ve bunun yarattığı hırsızlık, cinayet, tecavüz vs. tüm bu toplumsal sorunların ardında şüphesiz ki toplumun ekonomide yaşadığı sıkıntı, çözümsüzlük ve çaresizlik yatmaktadır.
İnsan gibi bir varlığın elinde bu kadar zengin (tarım, toprak, orman) bir çalışma alanı-faaliyeti olurken, nasıl olurda aç ve işsiz kalabilir. Bu ciddi bir paradokstur. Önder Abdullah Öcalan; En sıradan canlı hayvan ve bitkiler işe yararken, insan gibi bir varlık nasıl işsiz bırakılarak yararsız kılınsın? Örneğin işsiz karınca olabilir mi? Karınca bile işsiz olmuyorsa, insan gibi gelişmiş bir varlık nasıl işsiz olsun? Evrende işsizlik kavramına yer yoktur. Ancak analitik zekânın sapık bir ürünü olarak, toplumsal yaşamın en vahşi eylemi olarak işsizlik yapay olarak yaratılmakta ve canlı tutulmaktadır. Hiçbir olay işsizlik kadar kapitalist sistemin ekonomik yaşama karşı en amansız düşmanlığını açığa çıkaramaz. (4) demektedir.
Doğada toplum yaşamı için büyük imkân ve olanaklar vardır. Yapılması gereken bunu gerçekten toplumun hizmetine koyabilecek bir komünal ekonomik anlayış ve yaşam tarzını örgütlemektir. Bunun için, öncelikle komünü zihniyette inşa etmemiz ve toplumun her alanında akademileşmeye ağırlık vermemiz gerekmektedir. Ekolojik-Ekonomik Akademiler toplumun zihniyette aydınlanması bakımından en temel ve öncelik gerektiren bir faaliyet olmaktadır. Çünkü komünal ekonomi özü itibariyle bir paylaşım ekonomisidir. Uygarlığın, özelde de kapitalist uygarlığın insanda yarattığı bireyciliği, bencilliği aşmak, komünal yaşam tarzını öncelikle kendi kişiliğinde gerçekleştirmeyi gerektirir. Komünaliteyi salt ekonomi alanında değil, yaşamın tüm alanlarında pratikleştirmeyi zorunlu kılar. Bunun için toplumun ideolojik, politik, felsefik ve örgütsel anlamda eğitime tabi tutulması elzemdir.
Demokratik modernitenin temelinde tarihsel nitelik taşıyan tüm gelenekler değerlidir. Bunların en başında gelen dayanışma, komün ekonomileri temel birim rolünü oynar. Komün ekonomisi demokratik ulusun da temel birimidir. Nasıl ki ekonomik tahakküm tekelleri ulus-devletin temel ekonomik sömürü birimleriyse, komün ekonomik birimleri de demokratik ulusun temel ekonomik yaşam birimleridir. Demokratik ulus ve demokratik modernite komün ekonomisi üzerinde yükselir. Komün ekonomisinin içeriğini fazla açma gereği duymuyoruz. Bir aile komününden tutalım bir demokratik ulusa kadar, ihtiyaca göre nicelik olarak büyük ve nitelik olarak sayısız birim inşa edilebilir. İdeal tarım ve fabrika komünleri en başta gelenleridir. Ayrıca çok amaçlı kooperatif, ulaşım, sağlık ve eğitim komünleri de önde gelen komün tipleridir. Mühim olan önceden komünleri belirlemek değil, ihtiyaca ve işlevine göre komünal birimlerin her çeşidini uygun sayıda ve nitelikte inşa etmek, komünsüz hiçbir birey bırakmamaktır. Demokratik ulus, tüm üyelerini komünlerde örgütleyen ve görevlendiren ulustur. Komünsüz birey mümkün olmadığı gibi, olduğunda da hastalanmış ve yozlaşmaya yatmış demektir. Demokratik ulus bireylerinin, özellikle onun inşacı kadrolarının temel görevi, tüm bireyleri mutlaka bir veya birkaç komünün aktif çalışanı yapmaktır.(5)
***
Yararlanılan kaynaklar
(1) Abdullah ÖCALAN-BİR HALKI SAVUNMAK
(2) Age.
(3)Age.
(4) Abdullah ÖCALAN-KAPİTALİST UYGARLIK
(5) Abdullah ÖCALAN-KÜRT SORUNU VE DEMOKRATİK ULUS ÇÖZÜMÜ