ENDÜSTRİYALİZM VE EKO-ENDÜSTRİ
12 Nîsan 2014 Şemî
Endüstriyi kapitalizmin bir ürünü ya da sonucu olarak değerlendirmek, insanlığın on binlerce yıllık emeğine ve tarihine haksızlık olur
Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi
Toplumsal tarih aynı zamanda endüstriyel gelişme tarihidir de. Nerede, ne zaman ve nasıl olduğu bilinmemekle birlikte, üst insansı primat eline bir sopa alıp ağacın yüksek dallarındaki bir meyveyi düşürürken ya da bir taşı yontarken, insan evladını diğer türlerden ayıran devrimsel bir girişimde bulunduğunun farkında değildi kuşkusuz. Zor anlarının birinde rastgele eline geçen bir sopa ya da taşla saldırgan bir hayvanı kaçırtır veya vururken, herhangi bir biçimde, herhangi bir araç kullanırken de gerçekleştirdiği devrimi anlamlandıracak durumda değildi. İnsanı diğer memelilerden ayıran en önemli özelliklerinden biri de araç kullanmasıdır.
Bu ilk girişim daha sonra insanın yapacağı tüm keşif ve icatların anası olacaktı. Kendisinin bunun ayırdında olmaması devrimin büyüklüğünü ortadan kaldırmaz. İnsanın doğada bulup kullandığı ilk basit aletlerden komplike tesislere, günümüzün nano teknolojisine varıncaya değin kullandığımız tüm araçlar endüstri kapsamında değerlendirilebilir. Öz bir tanım olarak endüstri, araçla üretim yapmaktır diyebiliriz. İşin özü budur. Bu yüzden de insanı tanımlamak için Alet kullanan hayvan! deyimi kullanılmıştır. Sığ ama geçerliliği olan bir tanımdır.
Tarih boyunca endüstri hep vardı
Endüstrinin ortaya çıkışı ve gelişmesinin tarihi kapitalizmden oldukça eskidir. Endüstri sanayi devrimiyle özdeş tutulduğu için, bilinen sanayi devriminden önce endüstri yokmuş gibi bir algıya neden olmaktadır. Böylece endüstriyel gelişmeyi de 18. yy. ile başlatma eğilimi ortaya çıkmaktadır. Bu önemli bir çarpıtma; kapitalizm öncesi ekonomik gelişme ve toplumsal ilerlemeyi yok saymaya, bu tutmazsa, olabildiğince önemsiz göstermeye dönük bir çarpıtmadır. Oysa endüstrinin kendine özgü bir tarihsel-toplumsal temeli vardır. İnsanlık tarihi gibi, ekonomik gelişme ve toplumsal ilerlemeyi de kapitalizmle başlatmak pozitivizmin kaba bir aldatmacasıdır. Pozitivist bilimciliğin kapitalist sermaye ve iktidar tekellerine sunduğu ideolojik bir hizmettir.
Oysa tarih boyunca endüstri hep vardı. Yontulan bir taş da bir endüstri veya sanayidir. Tarımın keşfi aynı zamanda kendi alanında ilk büyük endüstri devrimidir. Zanaatçılık başlı başına bir sanayidir. Üretimle ilgili geliştirilen her yeni araç, edinilen her yeni bilgi ve uygulanan her yeni yöntem endüstride bir gelişmedir. İnsan toplumu beslenme, giyinme ve barınma gereksinimlerini karşılamak için araçla üretim yapan ilk ve tek varlıktır. Endüstri, yani araçla üretim insan türüne özgüdür.
Endüstriyi kapitalizmin bir ürünü ya da sonucu olarak değerlendirmek, insanlığın on binlerce yıllık emeğine ve tarihine haksızlık olur. Toplumun ihtiyaçlarını esas alan ve bu temelde üretime koşulmuş endüstriyi endüstriyalizmle karıştırmak da yanlışlıklara yol açar. Tekniğin, üretim araçlarının hiçbiri kendi başına iyi ya da kötü, yararlı ya da zararlı değildir. En basit aletten en gelişkin fabrikaya, en gelişkin robota kadar her türlü teknik kendi başına nötrdür. Onu iyi-kötü, yararlı-zararlı kılan kullanım amacı, tarzı, yöntemi ve sonuçlarının kimlere hizmet ettiğidir. Tekniğin kimin ya da kimlerin mülkiyetinde olduğu, sermaye ve iktidar tekellerine mi, topluma mı hizmet ettiği belirleyicidir. Temel ölçü budur.
Günümüzün topluma ve doğaya düşman sanayiciliğinden, endüstriyalizminden ötürü eleştirilmesi gereken endüstri değil, endüstri üzerindeki mülkiyet ve kullanım tarzıdır. Bu anlamda endüstri ve onun toplumun ihtiyaçlarıyla uyumlu üretimine karşıtlık gibi bir tutum söz konusu olamaz. Karşı olunması gereken endüstri ve pazar değil, bunlar üzerindeki tekelci gasptır. Toplumun ihtiyaçlarını hesaba katmayan, doğanın dengelerini gözetmeyen, azami kâr temelinde tüketim çılgınlığını körükleyen tekelci bir ideoloji ve onun siyasi mekanizması olan endüstriyalizmdir. Mahkûm edilmesi, mutlaka aşılması gereken de budur.
Bir başka biçimde endüstri (sanayi), insanın direkt kendi elleriyle gerçekleştirdiği üretim yerine, araçlar kullanarak toplumsal üretim faaliyetine katılması olarak tanımlanabilir. Bu tür toplumsal faaliyete katılımın başlangıcı insan türünün doğuşuna kadar gider. Endüstrinin ilk örnekleri taş aletlerdi. Avcı ve toplayıcı toplulukların endüstrisi esas olarak taş aletlerdi. Tarım-köy devrimi ile birlikte endüstri de büyük bir devrimsel sıçrayış yaşadı. Tevn (dokuma tezgahı), destar (el değirmeni) çanak çömlek vb. endüstrisi bu dönemin eserleri olarak anılabilir. Merkezî uygarlık sisteminin doğuş mekânı Toros-Zagros dağ kavisinde, yani Verimli Hilalde uygarlığın doğuş süreci olan M.Ö. 6000-4000 arasında bilim ve endüstride büyük bir hamle yaşandı. Saban, tekerlek, kazma, kazan gibi tarihin kaldıraçları sayılabilecek teknik buluşlar gelişti. M.Ö. 4000-3000lerde gelişen şehir devriminde endüstri araçları ve onlarla üretimin rolü önemlidir. Yazı ve rakam dilinin gelişmesiyle birlikte bilim ve sanatlarda da devrimsel sıçramalar yaşandı. Uygarlığın ortaya çıkışının altyapısını hazırlayan bu sıçramalar insanlığın gelişmesinin önemli kilometre taşları olarak değerlendirilmek durumundadır.
Unutulmaması gereken önemli bir nokta geliştirilen endüstrilerin henüz sermaye ve iktidar tekelciliğinin emrine girmemiş olmasıdır. Dönemin endüstrisi şehir ve köy toplumunun gözetiminde toplumun ihtiyaçlarının temini için kullanılmaktadır. M.Ö. 3000lerden itibaren Mezopotamyada gelişen merkezî uygarlık sisteminde bu toplumsal denetim giderek zayıflamaya başlar. Rahip-yönetici-asker üçlüsünden oluşan devlet yönetimi, artık kendilerini eski hiyerarşik yönetimin yerine yeniden örgütlemektedirler. Pazar ve zanaatçılık etrafında endüstri daha çok şehirlerde geliştikçe, yeni inşa edilen devlet yönetiminin denetimine geçer. Ekonomide olduğu kadar askeri faaliyetlerde de endüstrinin artan önemi, devletin toplum, özellikle de köy-tarım toplumu üzerinde denetim ve sömürüsünü arttırır. Avrupa uygarlık aşamasına kadarki tarih, bir anlamda devlet tekelciliğinin endüstri üzerindeki denetimi yoluyla toplum üzerinde kurduğu baskı ve sömürünün tarihi olarak değerlendirilebilir.
Kapitalizm bu aşamada daha çok ticaret, faiz ve tefecilikle sermaye birikimi sağlamaktaydı. Devlet denetimi ve sömürüsü giderek ağırlaşmasına karşın, endüstri ahlâkî ve politik (doğal) toplumun denetimini ortadan kaldıracak güçte değildi. Esasta toplumun temel ihtiyaçlarının teminine hizmet ediyordu. Askeri endüstri bile bu çerçeveyi fazla aşmıyordu. Bu nedenle o dönemlerin endüstrisini bugünkü gibi toplumsal sorunların kaynağı değil, çözüm aracı olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır.
Toplumu ve doğayı savunmak varoluşsal bir sorundur
Endüstri hızlı kentleşme ve sermaye-iktidar tekellerinin hizmetine girerek endüstriyalizme dönüşür. Kentleşme ile endüstrinin gelişmesi, kır-kent dengesinin kent lehine bozulmasıyla endüstriyalizmin gelişmesi arasında doğrudan bağlantı vardır. Sanayi devrimiyle hızla gelişen enerji+makineyle yapılan üretim büyük bir patlama yapar. Enerji+makine+üretim diyalektiği, 24 saat iki vardiya şeklinde çalışan fabrikaların çevresinde teneke barakalardan oluşan kentçiklerin oluşmasına yol açar. Kır-tarım toplumuyla uyumlu kentler gelişen endüstri sayesinde mümkün olmuştu. Endüstriyalizm ise kır-tarım toplumu ile kent arasındaki dengenin kır aleyhine bozulması sonucunda gelişecektir. Kentsel bozulma, azami kar ve işsizler ordusu birlikte gelişmesini sağlamıştır. Bunlara ek olarak artan sermaye ihracı sonucunda kapitalist emperyalizm mümkün olabilmiştir. Kapitalizmin emperyalizme evrilmesi süreci ancak sanayi devrimi temelinde olanaklıydı ve öyle de oldu.
Kapitalist emperyalizm sanayi devriminin yarattığı olanaklarla gerçekleşmesine karşın, sanayi devriminin kapitalizmin ürünü ya da sonucu olduğu gibi bir çıkarsama yapılamaz. Sanayi devrimi hızla sermaye ve iktidar tekellerinin kontrolüne alınarak, sanayi, toplumun temel ihtiyaçları yerine azami kâr getirecek yatırımlara yönlendirilerek endüstriyalizme geçildiği gerçeğine ulaşmak daha doğru bir çıkarsama olacaktır. Kısacası, toplumun ihtiyaçlarını karşılamayı hedefleyen sanayi yerine azami kâr elde etmeyi esas alan sanayicilik yapılmaktadır.
Endüstri toplumun temel ihtiyaçlarının doğa ile dengeli biçimde temin edilmesi yerine, doğa-toplum dengesini bozma pahasına azami kâr elde edilecek üretim alanlarına yönlendirilmekte; yani, sadece kâr kaynağı olarak görülmekte ve değerlendirilmektedir. Bu da tamamen toplum karşıtlığıyla mümkün olabilmektedir. Endüstriyalizmin en büyük tehdidi, doğa tahripkârlığını toplum karşıtlığı düzeyine vardırmış olmasıdır. Endüstriyalizmin toplumun ve çevrenin sırtından vurgunlar yapma yöntemi olduğu gerçeği, hiçbir kanıt gerektirmeyecek düzeyde açığa çıkmış bulunmaktadır.
Bu durum en çok da ekolojik sorunların olağanüstü büyümesinde kendini dışa vurmaktadır. Sadece toplumun değil, bir bütün olarak doğanın, tüm canlıların büyük bir ekolojik felaketle yüz yüze gelmesi bu gerçeği daha da çarpıcı kılmaktadır. Kentlerin yaşanılmaz ve toplumun sırtında büyük bir kambur haline gelmesi, sera gazları, gürültü ve bunlarla bağlantılı olarak biyolojik kanser, AİDS ve daha adını bile bilmediğimiz hastalıkların toplum sağlığını tehdit eder düzeye ulaşması; yokluktan değil aşırı üretimden kaynaklanan bunalımlar, insanın doğal süreçlere müdahalelerinden kaynaklanan felaketler vb. S.O.S olarak değerlendirilmek durumundadır. Öyle ki, alışılmış kalıplarla yapılacak tehdit değerlendirmeleri durumu izah etmeye yetmemektedir. Tehdit ve tehlike ulusal ya da sınıfsal olmanın ötesinde, doğanın ve toplumun varlığına yönelmiş, varoluşsal bir karakter kazanmıştır. Karşı mücadele ve önlemler de bu düzeyde olmak durumundadır. Çevrenin bugünkü halinde bile sadece toplumun değil, tüm canlı yaşamın tehdit altına girdiği genelde paylaşılan ortak görüştür. Bu durumda rahatlıkla Toplumu ve doğayı savunmak sınıfsal, hatta sosyal mücadelenin ötesinde varoluşsal bir sorun haline gelmiştir" demek abartı olmayacaktır.
Önder Abdullah Öcalan bu konuda şu belirlemeleri yapmaktadır: Önemle vurgulamak gerekir ki, bu gidişattan tek başına olgu olarak endüstriyi sorumlu tutmak tam bir saptırmadır. Kendi başına endüstri nötr bir olanaktır. Toplumun varlık gerekçeleriyle bütünleştirilmiş bir endüstri dünyayı insan için, hatta tüm yaşamlar için Üçüncü Doğa haline getirmede belirleyici rol oynayabilir. Böylesi bir potansiyel taşımaktadır. Böyle olursa endüstriyi kutsamak da gerekir. Fakat ağırlıklı olarak kâr-sermayenin kontrolüne girerse, dünyayı bir avuç tekelcinin dışında tüm insanlık için cehenneme de çevirebilir. Nitekim günümüzde gidişat esasen bu yönlüdür. İnsanlığın bu gidişat karşısında derin bir endişeye kapıldığı inkâr edilemez. Endüstriyel tekel toplum üzerinde gerçek imparatorluklar kurmuştur. Bir tek ABD süper hegemonyasına karşılık, onlarca endüstriyel hegemon vardır. Siyasal-askeri hegemon durdurulsa bile, endüstriyel hegemonlar kolay durdurulamazlar. Çünkü artık onlar da küreselleşmişlerdir (1)
Günümüz koşullarında insanın kanını donduran, insanı insanlığından utandıran azami kâr hesapları dışında sermaye ve iktidar tekellerini ilgilendiren bir şey yoktur. Azami kârı sağlamaya elverişli ise doğayı, bir bütün olarak insanlığı ölümcül tehlike ve tehditlerle yüz yüze getirdiğine aldırmadan her yatırımı yapabilir. Bunda bir an bile duraksamaz. Azami kâra hizmet etmiyorsa, milyonlarca insanı kurtaracak da olsa en küçük bir yatırım yapmaz. Endüstriyalizm tam da böyle bir şeydir. Endüstri-sanayinin sermaye ve kârın hizmetindeki işlevi budur. Bu anlamda, Önder Abdullah Öcalanın deyişiyle, Endüstriyalizm en az ulus-devlet Leviathanı kadar çoktan küresel bir Leviathan haline gelmiştir.(2)
Endüstriyalizmin toplumsal yaşamın çeşitli alanlarında nasıl bir Leviathan haline geldiğini daha yakından görmek yararlı olabilir. Denilebilir ki, endüstriyalizm kapitalizmin soğuk çıkar hesapları ve azami kâr mantığına uygun olan analitik akıl için benzersiz bir zaferken, toplumsal doğaya daha uygun olan duygusal akıl için de feci bir yenilgidir. Dünyanın tüm canlılarını bir avuç kapitalistin kâr hırsı uğruna kurban eden en eski tanrısal ritüelin hortlamasıdır endüstriyalizm. Evet, tüm canlılar kurban ediliyor. Bizzat insanın kurban olarak sunulması da bir zaman meselesi haline gelmiş demektir. Kutsal Kitaplardaki kötülük tarifine en uygun örnek endüstriyalizmdir.
Endüstriyalizm, en başta tarım köy toplumuyla uyumlu kentin yapısını bozmuş, kentleri yaşanamaz hale getirmiştir. Kırla simbiyotik ilişki içindeki kent toplumsal sorunların kaynağı değildi. Oysa endüstriyalizmle birlikte kent toplumsal sorunların kaynaklarından biri, toplumsal kanserleşmenin temel dokusu durumuna gelmiştir. Kent bir toplumsal yerleşim alanı ve toplum biçimi olduğu kadar sınıflaşma, iktidarlaşma ve devletleşmenin merkezi konumundadır. Bu üç temel olgunun uygarlaşmak (sınıf, kent ve devlet) anlamına geldiği genel kabul görmektedir. Uygarlığa boşuna medeniyet denilmemiştir. Arapçada medine=kent, medeni=kentli (sivil), medeniyet kente özgü, kentli yaşam, uygarlık anlamlarına gelmektedir.
Kürtçenin Kurmancî lehçesinde ise uygarlık bajarvanî olarak adlandırılmaktadır. Bajar (kent) ve bajarî (kentli) Kürtlerde erime, sömürgecilerle uzlaşma ve sömürüye sonuna kadar açık olma anlamlarında da kullanılmaktadır. Kent yaşamı Kürtlerin kolay alışamadıkları, sosyal dokularına yabancı bir yaşam tarzıdır. Kürdistan sosyolojisinin temel toplumsal formları olan kabile ve aşiret oluşumu tarafından kent, gelenekleri, ahlakı ve bir bütün olarak yaşam tarzına ters bir mekân olarak değerlendirilmektedir. Dolayısıyla sınıflaşma, kentleşme ve devletleşme Kürtlerde sonradan gelişen ve daha çok da dışarıdan dayatılan sosyal olgulardır diyebiliriz. Kürt egemen sınıflarının işbirlikçi karakterde gelişmesinde bu sosyalitenin de etkisi vardır.
Tarım herhangi bir üretim aracı ve ilişkisi değildir
19.yy.la birlikte kırsal-köy toplumuyla şehir toplumu arasındaki dengenin hızla bozulması, şehirleşmede ortaya çıkan dengesiz büyümeyle bağlantılıdır. Azami kâr temelinde konumlandırılan sanayinin ihtiyaçlarına göre geliştirilen bu büyümenin toplumsal ölçü ve gereksinimlerle bağı hızla kaybolur. Mega kent denilen, özünde kentin inkârı anlamına gelen döneme geçilir. Barındırdığı nüfus miktarı bakımından yüz binleri aşan bir mekânın toplumsal gerçeklikle bağı kopmuş demektir. Milyonları barındıran kentler toplumsallığın ölüm fermanıdır. Kentin inkârı olarak da değerlendirilebilecek olan bu durum en büyük toplumsal sorun zeminidir. Sadece sınıfsal sömürü açısından değil, çevre sömürüsünün de azami mekânı olarak kent tam bir toplumsal kanserleşme demektir. Nüfusu on milyonları bulan endüstriyalist kentleri doyurmak bile gezegenimizin ve insan toplumunun gücünü aşmış durumdadır.
Endüstriyalizm en büyük kötülüğü insan toplumunun asli unsuru, insanın temel beslenme ve varlık aracı olan tarıma yapmıştır. Deyim yerindeyse tarımı can evinden vurmuştur. Günümüzde tarım endüstri karşısında büyük bir yıkım yaşamaktadır. On beş bin yıl aralıksız olarak insanlığı var eden bu kutsal faaliyet giderek daraltılmakta, endüstrinin egemenliğine terk edilmektedir. Tarım alanları genetiğiyle oynanmış tohumlarla, kimyasal ilaçlar ve hor kullanmayla bitirilme aşamasına getirilmektedir. Oysaki, tarım herhangi bir üretim aracı ve ilişkisi değil; toplumun ayrılmaz, oynanmaz varlık parçası, varoluş tarzıdır. İnsan toplumu ağırlıklı olarak toprak ve tarım üzerinden inşa edilmiştir. Üçüncü doğa dediğimiz doğa ile toplum arasındaki dengenin yeniden oluşturulduğu, uyumlulaştırıldığı aşamaya ulaşmak da yine bu temel üzerinden olacaktır. İnsan toplumunu tarım alanlarından ve üretiminden koparmak, toprağı üzerinde tekel kârına dönük kapitalist çiftlikler geliştirmek vb. varlığına vurulan en büyük darbedir.
Sermaye ve iktidar tekellerinin denetimindeki azami kâr güdümlü endüstrinin tarım alanına girmesi, sanıldığı gibi seri üretim, bol ürün imkânı olarak değerlendirilemez. Organik tarım öldürülerek, zaten alıklaştırılmış olan toplum, tohumlarının genleriyle oynanmış ürünlerle tamamen kendisi olmaktan çıkarılmaya çalışılmaktadır. En verimli toprakları endüstriyel bitki üretimine açarak birkaç yılda çoraklaştırmak en çok rastlanan durumlardandır. Erozyon, egzoz ve sera gazları vb. ile her yıl binlerce hektarlık alan çöle çevrilmektedir. Yalnızca kağıt mendil tüketiminin bile ne kadar ormana mal olduğunu hesaplamak kimsenin aklına gelmiyor, ama endüstriyalizmin körüklediği tüketim çılgınlığının boyutlarını göstermeye yeter. Yerüstü kadar yer altı su kaynakları da hoyratça kullanıldığından tükenmekle yüz yüzedir. Yakın zamanda enerji savaşlarının yerini su savaşlarının alacağı öngörülmektedir. Kamuya ait olan su kaynaklarını gasp eden tekeller, suyu asli sahiplerine para ile satmaktadırlar. İşin daha da ilginci toplumun da bu gasp ve talanı kanıksamış olmasıdır. Köyler boşaltılmakla yetinilmemekte, tamamen yakılıp yıkılmaktadır. Köylerin yaşam alanı olmaktan çıkartılmasıyla kentlerin yaşanamaz hale gelmesi arasında doğrudan bağlantı vardır. Tarım emekçileri ile kırsal nüfusun işsizler ordusu veya yedek işgücü olarak kentlere doluşması en büyük sosyal felaketlerden birini oluşturmaktadır. Sosyal dokusu bozulan kentler üzerinde şiştikçe şişen orta sınıf ve bürokrasi her türlü istismarın temel nedeni olmaktadır. Tarım ve köy toplumuyla birlikte insan yaşamı için vazgeçilmez olan doğanın kendisi, ekosistemi de tahrip edilmektedir.
Kadının kapitalizmdeki köleliği derinleştirilmiş bir piyasa köleliğidir
Endüstriyalizmin tarım-köy toplumuyla birlikte en çok dağıttığı toplumsal bir kurum da ailedir. Batı sosyolojisinin üstünü örtmeye çalıştığı önemli bir konudur bu. Uygarlık toplumunda artan işsizlik ve yoksulluk sonucunda geleneksel aile kurumunun maddi koşulları büyük oranda ortadan kalkmaktadır. Endüstriyalizmin alabildiğine körüklediği bireycilik ailenin toplumsal anlamını da yok etmektedir. Birey toplumdan kopartılırken bu konuda en büyük zararı egemen erkeğe teslim olma ya da sokağa düşme ikilemiyle yüz yüze bırakılan kadın görmektedir. Kadın, yoğunca iddia edildiği gibi özgürleşmemiş, tersine ortaçağdan daha derin ve sinsi bir köleliğe mahkûm edilmiştir. Kadının kapitalizmdeki köleliği derinleştirilmiş bir piyasa köleliğidir. Metalaştırılmadık tek bir hücresi bırakılmayacak kadar piyasaya sürülmüştür. Endüstriyalizm çağında yaşanan krizlerin en büyük yükü aile ve kadın üzerine yüklenmektedir. Ailenin asını bile bırakmayacak düzeye varan boşanmalar, sokaklara sığmayan sokak çocukları, toplumsal cinsiyetçiliğin iktidarcılığı ve sömürücülüğüyle sınır tanımaz düzeyde hortlatılması, krizin ve çöküşün derinliğini göstermektedir. Üç S olarak adlandırılan spor, sanat ve seksin dünyayı avucuna alan en büyük endüstriyel sektörler haline gelmiş olması ise daha geniş yazılara konu olabilir.
Endüstriyalizm tekelci bir ideolojik saldırı yöntemidir
Bu çok sınırlı belirlemeler de göstermektedir ki tek başına, tekil endüstriyalizm tahlilleri eksik, eksik olduğu için de yanlışa açık kapı bırakan tahliller olacaktır. Endüstriyalizm ancak kapitalizm ve ulus devletle birlikte var olabilir. Bu üçü biri olmadan diğeri olamayacak denli iç içe ve birbirini tamamlayan olgulardır. Kapitalizm ekonomi, pazar ve toplum karşıtlığı temelinde ulus devlet ve endüstriyalizme dayanarak doğaya ve topluma karşı savaş ilan etmiştir. Uzun tarihsel dönemlerde kendisini dışlayarak toplumun kuytuluklarında yaşamak zorunda bırakan toplumdan intikam almaktadır adeta. Bu intikam alma harekâtında koçbaşı olarak kullanılan ulus-devlet ve endüstriyalizmi ise iç içe geçmiş ortak bir ideolojik, ekonomik ve askeri saldırı kompleksi olarak değerlendirmek daha gerçekçidir. Bu üçlü saldırı kompleksi sayesindedir ki devasa kentler toplulukların konuldukları ağıllara dönüştürülebilmiştir. Sermaye ve iktidar tekellerinin ittifakı olan ulus devlet ideolojik, siyasi ve askeri saldırı gücüyle kapitalist hegemonyayı garantiye alırken, endüstriyalizm körüklediği tüketim çılgınlığıyla toplumu alıklaştırarak birer tüketim kölesine dönüştürmektedir. Metalaştırılmış sanat-popüler kültür ve medya kartelleri bu derinleştirilmiş köleliği özgürlük gibi toplumlara benimsetmektedir.
Toplumları yutan Bermuda Üçgeni oluşturulmuştur. Milliyetçilik-liberalizm dini de bu üçgenin çıkarlarının tanrısallığını, kutsallığını, yani meşruiyetini vazetmektedir. Ulus devlet Leviathanı endüstriyalizm Leviathanı ile birleşmiş ve topluma karşı savaşını büyük bir iştahla sürdürmektedir.
Elinde biriktirilmiş ve tekel altına alınmış tüm zor aygıtlarına, ajitasyon ve propaganda araçlarına ve maddi olanaklara karşın ulus-devlet endüstriyalizm olmadan var olamaz. Ulus devlet, savaş rejimi olarak faşizm ve endüstriyalizm koşullarının ürünüdür. Toplumların kapitalizm, ulus devlet ve endüstriyalizmin hegemonyasını kolay kabul ettikleri sanılmamalıdır. Kapitalizmin azami kârın elde edildiği sanayi çağında iç savaşlar zirve yapmıştır. Azami kâr ve sermaye birikimi topluma karşı savaş yürütülmeden gerçekleştirilemez. Sanayi çağının ulus-devleti, bu azami kâr kanunu gereği bir iç savaş rejimi olarak örgütlenmiştir. Ulus-devlette iktidarın tüm toplumsal gözeneklere sızması, iç savaşın en genelleşmiş halini ifade eder ki, faşizmin tanımı da bu çerçevededir. Milliyetçiliğin faşizmin dini (ideolojisi) olması da iç savaş rejimi oluşuyla bağlantılıdır.
Endüstriyalizmin küreselleşmesine paralel olarak savaşın da küreselleşmesi kaçınılmazdı. Savaşın da küreselleştiği iki dünya savaşı ve farklı yöntemlerle sürdürülmekte olan üçüncü dünya savaşıyla kendini iyice kanıtlamıştır. Böylece iç savaş dış savaşla tamamlanmaktadır. İnsanlık tarihinin en yoğun iç ve dış savaşlarının son iki yüzyıllık endüstriyalizm çağında yaşanması, milliyetçiliğin resmi din olarak işlev görmesi, faşizm ve endüstriyalist sermaye arasındaki ilişkinin sonucudur. Soykırım bu dönemdeki savaşların topyekûnlaşmasının (tüm toplumu kapsamasının) bir sonucudur.
Endüstriyalizmin nasıl bir felaket olduğu en çok da ekolojide yarattığı tahribatla açığa çıkmaktadır. Diğer bir deyişle, endüstriyalizmin maskesi en çok ekolojik mücadele sayesinde düşürülmektedir. Kapitalizmin sürdürülemezliğini çevre felaketi kadar iyi kanıtlayan bir başka alan yok gibidir. Çevre felaketi denildiğine bakmayın; çoğunlukla insan eliyle yaratılan felaketlerdir. Hatta bizim küçük alışkanlıklarımızdan kaynaklanan felaketler de diyebiliriz. Sadece kağıt mendil tüketimi alışkanlığımız yüzünden günde kaç hektarlık ormanın yok edildiğini biliyor muyuz? Kâğıt mendil yaşamımızın hemen her anında kanıksayarak kullandığımız, hiç de zorunlu olmadığı halde bize vazgeçilmezmiş gibi gelen bir tüketim malzemesidir. Bunun ekolojik sonuçlarını, doğaya ve topluma maliyetini düşünüyor muyuz? Bunu bilsek de alışkanlıklarımızdan feragat etmek niyetimiz var mı? Güçlü mücadeleler ile geriletilmedikleri sürece küresel tekellerin bu alanda elde ettikleri tatlı kârdan vazgeçmek niyetinde olmadıkları açıktır. Tersine, bu alandaki ürünleri çeşitlendirmekte birbirleriyle yarıştıkları bilinmektedir.
Küresel sermaye ve iktidar tekelleri toplumsal düzeyde bir ekolojik hafızanın oluşmasını, bunun bilinç, örgüt ve eyleme evrilmesini engellemek için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Dumura uğrattıkları toplumsal ekolojik hafızanın dirilmesini en büyük tehditlerden biri kabul etmektedirler. Gezi direnişine gösterilen orantısız tepkinin bir nedeni de bu hafızanın dirilişinden duyulan korkudur. Tüm bu gerçekliklerden hareketle diyebiliriz ki, endüstriyalizm ekolojik sorunun en temel nedenidir.
Bir tekelci ideoloji ve mekanizma olarak endüstriyalizm toplumun en temel sorunlarındandır. Doğada kârıncalar bile işsiz kalmazken, mikro evren diye adlandırılan insan nasıl işsiz kalabilir? Endüstriyalizmin, azami kara endekslenmiş fabrikalarının 7 gün 24 saat aralıksız işlevli olabilmesi için bir işsizler ordusunun yedekte tutulması gerekmektedir. Emekçilerin hak ve özgürlüklerini koruyabilmeleri için iş yavaşlatma, iş bırakma, grev gibi haklarını kullanmalarını önlemek için işsizler ordusuna ihtiyaç vardır. Yine her zaman iş dilenmeye hazır bir kitle olmalı ki çalışan kesimler işlerini yitirme, işsiz kalma tehdidi ve korkusuyla temel haklarını kullanmaktan imtina etsinler. Hatta proleter denilen kesimler toplum içinde imtiyazlı bir konumda olduklarını düşünerek bu konumlarını koruyabilmek için işverenlerle işbirliği yapma zorunluluğu duysunlar.
Toplumun ana gövdesini oluşturan emekçilerin işsiz ve yoksul olmaları tembelliklerinden ya da olanakların azlığından değildir. Sermaye ve iktidar tekellerinin günlük, geçici politikaları nedeniyle de değildir. Tersine sermayenin yapısal karakterindendir. Sermayenin kendisini sürekli yeniden ve yeniden üretmesi ihtiyacındandır. Milyonlarca insanın aç perişan kalması hiç de umurlarında değildir. Toplumun robotlaştırılmasından dahi çekinmemektedirler.
Firavunların öbür dünya için yaptırdıkları piramit tarzı mezarları nasıl yaşanılır bir gelecek hazırlığı değilse, endüstriyalizmin robotlaştırıcı tarzı da pek yaşanılır bir gelecek yaratamaz. Bunlar insana saygısızlıktır. Doğa gibi muhteşem bir varlık ortadayken, robot ve kopyalarının ne anlamı ve önemi olabilir? Bunun izahı ancak sermayenin kâr çılgınlığıyla yapılabilir. Robotlar en ucuz üretimi gerçekleştirse bile, alıcısı, kullanıcısı olmayan mallar neye yarayacak? Bu anlamda endüstriyalizm toplumu işsizleştirmenin en temel aracı; toplum üretkenliğini kısıtlamada sermayenin en büyük silahıdır. Sermaye az işçi çalıştırarak, fiyatlarla oynayarak piyasayı dilediği gibi manipüle etmek için endüstri silahını ustaca kullanmaktadır.
Kısaca özetlendiği kadarıyla bile kapitalizm ve endüstriyalizmin sürdürülemezliği, önü alınmazsa kendisiyle birlikte tüm doğayı ve toplumu yok oluşa sürükleyeceği genel kabul gören bir görüştür. Felaket senaryolarını aratmayan bu öngörülerin gerçekleşmemesi için zaman yitirmeden mücadeleyi yükseltmek gerektiği açıktır. Küreselleşmiş sermaye ve iktidar tekellerine, ulus devlet ve endüstriyalizm Leviathanlarına karşı küresel düzeyde doğayı ve toplumu savunmak varoluşsal bir sorun haline gelmiştir. Önder Abdullah Öcalanın deyişiyle Sadece toplumsal sorunları çözmek değil, toplumun kendisini ve çevreyi kurtarmak için endüstriyalizme, ardındaki kapitalizme ve ulus-devlete karşı topyekûn öz savunmalara ihtiyaç vardır.(3)
Eko-endüstri can yeleği olabilir mi?
Önemli bir ayrım noktasını belirlemekte yarar var. Kapitalizm, ulus devlet ve endüstriyalizmle mücadelede, sermaye ve iktidar tekellerinin endüstriyel tekniğe (sanayiye) ideolojik yaklaşımı ve kullanım tarzı ile endüstriyel tekniğin (sanayinin) toplumun genel çıkarlarıyla uyumlu yapısı ve kullanım tarzını birbirinden ayırmak yaşamsal önemdedir. Bu ayrımı sürekli göz önünde bulundurmak, yapılacak bilimsel çalışmaların ve geliştirilecek ideolojik mücadelenin en önemli görevlerindendir.
Endüstriyalizm doğaya ve topluma karşı savaşta kapitalizmin en yoğun kullandığı bir silahtır. Bu silah en başta insanın da bir parçası olduğu ekosistemi tehdit etmekte, giderek telafisi mümkün olmayacak düzeyde tahrip etmektedir. Bu durum binlerce bilim insanı tarafından ve kapsamlı verilere dayanılarak kanıtlanmaktadır.
Bugün endüstriyalizm ile tehdit edilen sadece toplumun kendi iç dengeleri, doğa ile toplum arasındaki uyum değildir. Bunların çok ötesinde giderek eko-sistemi tehdit eder düzeye gelmiştir. Bu dengelerin yeniden kurulması, tahribatların onarımı ve giderilmesi yüzlerce yılda bile mümkün olamayacak ölçülerdedir. Yeni tahribatlar durdurularak bilim ve tekniğin tüm olanakları son sınırına değin değerlendirilerek bile yüzlerce yılda bunun sağlanamayacağı ortadadır. Öyleyse çare eko endüstrinin hızla devreye koyulmasındadır.
İlk adım olarak en küçüğünden en devasa toplumsal birimlere kadar toplumun ihtiyaçlarını temel alan üretime geçiş zorunludur. Piyasa eksenli, kâr amaçlı, tüketim çılgınlığını körükleyici ve ona endekslenmiş üretim, endüstriyalizmin bataklığına daha çok batmak anlamına gelecektir. Bu nedenle de insanın, insan toplumunun temel ihtiyaçların tespit eden, bu ihtiyaçları en az maliyetle, en kısa sürede ve doğaya zarar vermeden gerçekleştirecek üretim modellerini geliştirmek gerekmektedir. Ekolojik endüstri burada devreye girer. Bu da yetmez. Bu üretimin sonuçlarını ihtiyaç sahiplerine en az maliyetle, en kısa sürede ve en ucuza ulaştıracak modellerle tamamlanacak böylesi bir üretim süreci, demokratik komünal ekonomik yapılanması ve süreci olabilir.
Zerdüştün Toprağı incitme, ağacı yaralama, hayvanı öldürme özdeyişi, Kürdistan ve Ortadoğu toplumları için ekolojik ekonomi modelini özetlemektedir. İnsan ve insan toplumunun temel ihtiyaçlarının başında beslenme gelir. Bunun da temel kaynağı tarımsal üretim ve hayvancılıktır. İnsan toplumunun sağlıklı beslenmesi için toprağın havalandırılması, yeterince dinlendirilmesi, ağaçlandırılması, uygun araçlarla işlenmesi ve hasadın da elverişli araç ve yöntemlerle yapılması gerekmektedir. Yine ürünün tüketiciye en kısa yoldan, süratle ve sağlıklı biçimde ulaştırılması esastır. Kimyasal ilaçlardan, genleriyle oynanmış tohumlardan, toprağı kısa sürede çoraklaştıran endüstriyel bitkiler vb. bir an önce vazgeçerek, organik tarıma geçmek gerekmektedir. Milyonlarca yıldır tüm canlıları besleyen ve onlardan beslenen toprakların, bundan sonra da bu işlevi yerine getirmesi önünde toplumun ve doğanın başına çöreklenmiş bir avuç sermaye ve iktidar tekelcileri dışında bir engel yoktur.
Ortadoğu ve dünyada hayvancılık potansiyeli en yoğun olan ülkelerin başında Kürdistan gelmektedir. Organik yemlerle beslenen, sağlıklı ortamlarda barındırılan hayvanlardan elde edilen tüm ürünlerin sağlıklı biçimde üreticiden tüketiciye aracısız ulaştırılmasını da içeren bir kooperatifleşme önemli bir adım olacaktır. Bunun önünde de ciddi bir engel yoktur. Yapılması gereken devletten ya da tekellerden beklemeden işe koyulmaktır. Kürdistan halklarına karşı yürütülen kirli savaşın bir biçimi olan yayla yasakları bile bizim bu işe soyunmamızın, sermaye ve iktidar tekellerini ne denli ürküttüğünü göstermektedir. O halde zaman yitirmeden bu işe girişmek önemlidir. Ne kadar erken başlanırsa o kadar iyidir.
Özellikle son iki yüz yıldır endüstriyalizmin yedek işgücü ihtiyacını karşılamak, işsizler ordusu yaratmak ve daha da önemlisi insanları topraklarından, üretimden, doğal yaşam ortamından, geleneklerinden kopartarak sürüleştirmek amacıyla yoğunlaştırılan kırdan kente toplumsal göçleri tersine çevirerek kentten kıra yönelimi geliştirmek gerekmektedir. Gayya kuyusuna dönmüş bulunan kentlerin kurtuluşu da buradadır. Tarıma, toprağa dönüş insan için öze dönüşle eşanlamlıdır. En gelişkin endüstriyi toplumun temel ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla tarıma yönlendirmek, organik tarım üretimini en ileri düzeyde gerçekleştirmek sağlıklı insan ve toplum için ertelenemez bir görevdir. Bu görevin yerine getirilmesini sermaye tekellerinden beklemek mümkün olmadığına göre, kooperatiflerle bunu gerçekleştirmek en başta demokratik toplum güçlerinin önünde durmaktadır. Demokratik, komünal, katılımcı bir ekonomik modeli yoktan var etmeyeceğiz. Tarihte de günümüzde de bunun sayısız örnekleri vardır. İleri teknolojiyle ve kar kaygısı gütmeden işlenmesi durumunda Urfa ovasının 25 milyon insanı doyurma potansiyeli olduğu söylenmektedir. Buna zengin su kaynaklarını da ilave ettiğimizde Mezopotamya coğrafyası, insanlığın şafak vaktinde oynadığı insanlığın beşikliği rolünü, 21. yyda Ortadoğu halklarının demokratik kurtuluşunun ve özgür yaşamı inşa etmelerinin öncülüğünü, var olan potansiyeliyle başarabilecektir.
Çevreyle-doğayla sonuna kadar uyumlu, dengeli ve simbiyotik ilişki içinde gelişimini sağlayacak bir ekonomik model, fosil yakıt, HES, Nükleer reaktör, termik santrallerle doğal dengeyi tarumar eden enerji yerine yenilenebilir enerji (Güneş, rüzgâr vb enerjisi) üretimi ve kullanımıyla, üretici ile tüketici arasında kurdukları komisyon tekelleriyle azami kar sağlayanlar yerine, üreticiden tüketiciye, tarladan sofraya aracısız ulaşımı sağlamasıyla, kağıt parçalarından para kazanma yerine, üretici kârını dışlamayan pazar politikasıyla can simidi olabilir. Tarlada izi, fabrikada teri, sokakta-pazarda nefesi olmayanların pazar ve üretim alanları üzerinde gasp tekelleri kurmaları ve tüm toplumu sömürmelerine, vurgun yapmalarına kapalı bir modeldir söz konusu olan.
Bazı somut reçeteler önermek bu yazının amacı ve kapsamında değildir. Buna karşın bazı birimsel örneklemeler yararlı olabilir. Organik tarım ve hayvancılık yapılabilecek, alternatif, yenilenebilir enerji üretimiyle aydınlatma, ısınma, sanayi ihtiyacını karşılayan; tarladan sofraya aracısız-komisyonsuz üreticiden tüketiciye ulaşan örnek demokratik özyönetimli ekolojik, komünal ekonomik kentler geliştirmek hayal değil, iyi bir projelendirmeyle gerçekleşebilir bir hedeftir. En azından tarım köy toplumuyla uyumlu, birbirini karşılıklı besleyen dengeli bir kentsel yapılanmaya gitmek mümkündür.
Kooperatifi salt ekonomik bir kurum olarak değil, toplumun demokratik komünal yaşam birimi ve biçimi olarak değerlendirmek gerekir. Komün bir toplumsal özyönetim ve kolektif yaşam birimidir. Kooperatifi de demokratik komünal ve ekolojik-ekonomik birim ve yaşam alanı olarak ele almak durumundayız. Bu nedenle, sistemde de görülen çeşitli meslek gruplarının kurduğu üretici-tüketici kooperatiflerinden temelden farklı bir yapılanmadır. Ahlaki politik toplumun temel ekonomi özyönetimi ve tarzıdır. Toplumda en yaygın görülen konut kooperatifleri bir çeşit ortaklık, inşaat tekelleri ile taşeron firmalar içinse birer rant alanıdır. Çevreyle uyumlu, yenilenebilir enerjiyle ihtiyaçları karşılanan, çevre düzenlemesi, sosyal tesisleri, üretim ve üleşim alanlarında komünal üretim ve ortak tüketim esasına dayalı 300-500 aile kapasiteli ekolojik siteler geliştirmek önemli birer model olabilir. TOKİ gibi özel savaş aracı taşeron firmaların tuzakları da boşa çıkarılmış olur.
Kapitalizm, endüstriyalizm ve ulus devlet ya da küresel finans tekellerinin insan toplumunun gözünü körelten kutsallarını yıkarak sorunlara yaklaşırsak, doğanın ve toplumun nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunu daha iyi görürüz. Konu oldukça geniş ve yaşamsaldır. Bu çerçevede ne denli yazılıp çizilse de azdır diyerek bu yazıyı Önder Abdullah Öcalanın bu konudaki çarpıcı belirlemesiyle sonlandıralım:
Zekâ ve esneklik payı diğer tüm canlılara göre en yüksek bir doğa olarak tanınsa da, insan toplumu da son tahlilde canlı bir varlıktır. Dünyalıdır, çok hassas düzenlenmiş bir iklimsel ortamın, bitkiler ve hayvanlar dünyasının evriminin ürünüdür. Dünyamızın atmosfer ve ikliminin, bitkiler ve hayvanlar âleminin bağlı olduğu düzenlilikler, hepsinin toplamı olması itibariyle insan toplumu için de geçerlidir. Bu düzenlilikler çok hassastır. Birbirlerine sıkı sıkıya bağlıdırlar. Âdeta bir zincir oluştururlar. Bir halkası koptuğunda zincir nasıl işlevsiz hale gelirse, evrim zincirinin ciddi bir halkası koptuğunda da tüm evrimin etkilenmesi kaçınılmaz olur. Ekoloji bu gelişmelerin bilimidir. Bu nedenlerle de çok önemlidir. Toplumun iç düzenliliğinin herhangi bir nedenle kırılması insan eliyle yeniden düzenlenebilir. Nihayetinde toplumsal gerçeklik insan eliyle inşa edilen gerçekliktir. Fakat çevre böyle değildir. Toplum kaynaklı olan, daha doğrusu içinden çıktıkları toplumun üstünde kâr-sermaye tekeliyle örgütlenen bazı grupların marifetiyle çevre halkalarından ciddi kopuşlar olursa, evrimsel felaketler zincirlemesiyle tüm çevreyi, bu arada toplumu da kıyametle karşı karşıya bırakabilirler. (4)
***
Yararlanılan kaynaklar
(1)Abdullah ÖCALAN-ÖZGÜRLÜK SOSYOLOJİSİ
(2)Abdullah ÖCALAN-KAPİTALİST UYGARLIK
(3)Abdullah ÖCALAN-Age.
(4)Abdullah ÖCALAN-DEMOKRATİK TOPLUM MANİFESTOSU