HAKİKAT VE ÖZGÜRLÜK SORUNU - 1
27 Cotmeh 2017 În
Hakikat varsa varlık açısından gerçekleşme vardır. Aksi yokluktur. Böylece hakikatin nasıl bir ...
HAKİKAT VE ÖZGÜRLÜK SORUNU - 1
Evrensel ve toplumsal varoluşun ana kaynağında bulunan hakikatin ne?liği ve etrafında oluşan sorunsallık tüm zamanların temel konusunu oluşturmaktadır. Hakikat nedir ve neden bu kadar önemlidir? Hakikat kavramı varlığın sıradan bir özelliği midir yoksa ontolojik bir ana temel midir? Böylece hakikat olmadan da varlık kendini gerçekleştirebilir mi? Genel kabul edilen fikir, hakikatin varlığın sıradan bir özelliği olmayıp varlık açısından varoluşsal bir ana temel olduğudur. Şöyle ki hakikat olmadan evren ve toplumsal varlık gerçeklik haline gelemez; adına varlık dediğimiz oluş oluşamaz. Varlık hakikate ulaşmadan kendini gerçekleştirmemektedir. Bu durumda hakikat kavramını evren ve toplum oluşu açısından varoluşsal bir niteleme olarak ifade etmek kaynağını nereden almaktadır? Varoluşsallık, varlık ? yokluk ikilemiyle anlama kavuşur. Varsa varlık var olur, yoksa da yoktur. Hakikat varsa varlık açısından gerçekleşme vardır. Aksi yokluktur. Böylece hakikatin nasıl bir varoluşsallık olduğunu anlamak bir hakikat tanımını gerekli kılmaktadır. Kendi hakikat (doğruluk) olan bir kavramın hakiki (doğru) tanımını yapmak veya yapmaya çalışmak oldukça ilginç olmaktadır. Doğru doğru mudur diye sormak; doğru kavramına doğru bir yanıt aramak, varlık olarak insanın en temel erdemi olsa gerek. Bu durumda temel sorumuzu sormalıyız: Hakikat nedir?
Kutsal kitap geleneği bu konuda oldukça zengin bir külliyata sahiptir. Kullanılan dil metafizik bir form olsa da içerilen anlam oldukça sosyolojiktir. Kutsal olanın sosyolojisi kendisini metafizik olarak dile dökmüştür. Kutsal ve mukaddes olan bu geleneğin binlerce yıldır süren ve halen de devam eden bağlılığının kaynağında belki de bu metafizik dil vardır. Hakikatin oluşumunda ve söylenişinde metafizik, varoluşun dili gibidir. Ana kaynağında tanrısal kimliğin olduğu mukaddes gelenek, tüm çağlar boyunca insanda zirveleşen varlığın hakikat nedir sorusunu soracağını bilerek, cevabını tanrı ? insan ikileminde vermiştir.
Ve Allah dedi; suretimize, benzeyişimize göre insan yapalım ve denizin balıklarına ve göklerin kuşlarına ve sığırlara ve bütün yeryüzüne ve yerde sürünen her şeye hâkim olsun. Ve Allah insanı kendi suretinden yarattı, onu Allah?ın suretinden yarattı; onları erkek ve dişi olarak yarattı.(1)
Tanrısal kimlik kendisini tüm yaratımın anası olarak tanımlar. Zaman ve mekânın, madde ve düşüncenin, oluşun ve gelişmenin, hareketin ve farklılaşmanın, doğumun ve çoklaşmanın, yaşamın ve ölümün; kısacası varlık adına bildiğimiz ve bilmediğimiz ne varsa her şeyin ana var edicisi olmakta. Tüm bunların yanında kendisini hep olmuş olan ve olacak olan yegâne kaynak olarak tanımlamaktadır.
Tanrısal kimliği anlamak açısından sorulabilecek temel soru neden yarattı sorusudur. Tanrı evreni, doğayı, toplumu ve özgün olarak insanı; genel olarak varlığı hangi sebepten dolayı yarattı? Nedendir ki tüm evrene ?sizi Ben yarattım? deme ihtiyacı duydu? Bilinme isteğinin altında yatan amaç ne olabilir. Söylemeden önceye kadar sır olarak var olan yegâne yaratıcı, evrene bu sırrı neden açmak istedi En evrencesinden, en toplumcasından ve en insancasından bilinme isteği açık ki tanrısal kimliğin kendini sosyolojikleştirme amacının açığa vurumudur. Tanrısal kimlik kendini evren, toplum ve insan kimliğinde anlaşılır kılmak istemektedir. Bu istek tanrısallığı ve bu kimlikte dile gelmek isteyen sosyolojiyi öte dünyaya, mutlak,a havale eden anlayışa karşı açık bir itirazdır.
Bu itiraza kulak vererek tanrısal kimliği en makro düzlemde evren, ondan sonra toplum ve son olarak da insan kimliğinde anlamaya çalışmak temel yaklaşım olmalıdır. Bundan dolayı tanrısal kimliği ele alışımız bu kimliğin isteğine göre olmaktadır. Kendini bilinir kılma isteğinin anlaşılmasının yolu böylece sosyolojiden geçmektedir.
Tanrısal kimliği sosyolojikleştirmek yukarıda sorulan soruya bir yanıt olabilir mi. Sosyoloji yoluyla anlaşılacak olan nedir? Bu sosyolojiyle anlaşılacak olan şey tanrısal kimliğin kendini ana yaratıcı kaynak olarak ortaya koymasıdır. Yani ifade edilmek istenen, kaynak ve varoluş sorunsalına bir yanıt olunmak isteğidir. Böylece tanrısal kimlik evrene, topluma ve insana varlık kaynağınız, varoluşunuz Benim? demektedir. Bu iddia ise tanrının kendini tarihselleştirmesi olmaktadır. Tanrı insana tarihin benim? demektedir. Böylece tanrısal kimlik tarihin sosyolojileştiği, sosyolojinin tarihleştiği kimlik olarak kendisini evrene sunar. F. Braudel'in temel bir ifadesi olan bu fikrin kutsal geleneğe içerilmiş olduğunu okuruz böylece.
Kitabı Mukaddesten alıntıladığımız ayet bu durumu somut olarak ve oldukça da güzel ifade etmektedir. Tanrısal kimlik, tüm varlığı yarattıktan sonra insanı yaratmak ister. İnsanı kendi suretine ve benzeyişine göre yaratır. Mukaddes geleneğin en sosyolojik ilkesi bu olsa gerek. İnsan tüm yaratımın zirvesi olarak tanrısının suretinde ve benzeyişinde bir varlıktır. Erkek ve dişi olarak yaratılmış bir varlıktır. Eğer tanrı, insanı kendi suretinde ve benzeyişinde yaratmışsa, bu durumda insan da dile gelen tanrısal güzelliğin de sosyolojik bir anlamının olması gerekmektedir. Böylece "Ey güzel Allah"ım" demek "Ey Güzel İnsan (YASİN)" demek oluyor. Eşrefi Mahlûkat, Hallac- I Mansur' un Enel Hak'ı ve niceleri bu gerçeği ifade etmektedir. Böylece tanrı kimliğini insanla, toplumla özdeş ele almak ve dile gelen meramı en insancasından sosyolojik olarak düşünmek tanrı kimliğine saygının da en iyi yoludur. Tanrının suretinde ve benzeyişinde yaratılmak gerçek anlamını ancak böyle bulabilir.
Buna benzer bir temayı 'hayat nefesi' kavramıyla yine Kitabı Mukaddes?te okuruz. Şöyle ki ? Ve RAB Allah yerin toprağından adamı yaptı ve onun burnuna hayat nefesi üfledi ve adam yaşayan can oldu.(2)
Bir önceki ayette geçen 'suret ve benzeyiş' kavramı bu ayette yerini 'hayat nefesi' kavramına bırakır. Burada sadece erkek adam (sonrasında Âdem olacak) söz konusudur. Topraktan oluşturulsa da "yaşayan can" olmasının yolu tanrısal ?hayat nefesi?nden geçmektedir. Tanrısal kimlik tıpkı suret ve benzeyiş gibi hayat nefesiyle, insanla kendine can vermektedir. Tanrısal kimliğin insanla can?lanması tanrının kendini sosyolojikleştirmesi ve insanı tarihselleştirmesi anlamı taşımaktadır. Tanrının sosyolojikleşmesi tanrısal kimlik için bir canlanma olurken, insanın tanrı kimliğinde tarihini bulması insanın canlanması anlamı taşımaktadır.
Bu geleneğin Mesih İsa'yla aldığı biçim daha radikal bir durumu temsil eder. Mesih İsa kendini 'suret ve benzeyiş' ten ve hayat nefesiyle, can,lanan varlık durumundan çıkararak tanrı oğlu olarak açık tanrısallık biçiminde ilan eder. Bu öyküyü en güzel Yuhanna İncilinden okuruz. Havari Yuhanna anlatımına SÖZ - KELAM kavramıyla başlar. Burada SÖZ -KELAM ile dile gelenin Mesih İsa olduğu açıktır. Bundan dolayı İncil?de SÖZ - KELAM kelimesi yerine Mesih İsa?nın adını yazarak alıntılayacağız.
?İSA başlangıçta var idi ve İsa Allah nezdinde idi ve İsa Allah idi. O, başlangıçta Allah nezdinde idi. Herşey onunla oldu ve olmuş olanlardan hiçbir şey onsuz olmadı. Hayat onda idi ve hayat (İsa) insanların nuru idi. Nur (İsa), karanlıkta parlar ve karanlık onu anlamadı.(3)
SÖZ - KELAM olarak İsa, başlangıçta olması itibariyle tüm varolandan önce varolmuş olanı, ezel ve ebed olanı, zamansız ve mekânsız olanı ifade eder. En başta varolan olarak, tüm varlığı vareden her şeyin onunla olduğu ve olmuş olanların, hiç birşeyin onsuz olamadığı ana kaynak, yaratıcı varlığı ifade eder. Bu anlatımın Kitabı Mukaddes anlatımından farkı insan olarak İsa'nın tanrı kimliğiyle kendisini özdeş kılmasıdır. Böyle bir özdeşlik olsa da ana mantık aynı olmaktadır. Yaratıcı kendini varlıkta yaratarak sosyolojikleştirmekte ve varlıkla arasındaki ilişkiyi kaynaklık - tarihsellik olarak kurmaktadır. Bu durum İsa,da çok daha canlıdır. Tanrı oğulluğu Golgota tepesinde biten serüvenle yerini çarmıhta can veren tanrıya bırakır.