ORTADOĞU GERÇEĞİ VE ÖCALAN ÖNDERLİĞİ
02 Adar 2011 Çarşem
Kürt ne kadar düşüşü yaşadıysa, o da tersinden o kadar büyük bir yükselişi yaşadı. Bu hem yeni Kürt insanının hem de özgür insanın yükselişiydi. En dipte Kürt insanının bulunduğu Kürdistan’daki düşüş aynı zamanda Ortadoğu’nun da acıklı düşüşüydü.
ALİ HAYDAR KAYTAN
Tarihte uygarlıklar doğuran anaç toprak olarak bilinen Ortadoğu, bugün kendi yarattığı ve tüm insanlığa mal ettiği temel değerlere en fazla ters düşen ve kendine yabancılaşmış bir alan durumundadır. Bu ters düşme ve yabancılaşma dünün sorunu değildir; neredeyse sekiz yüz yıldır yaşadığı durum budur. Bugün durmak nedir bilmeyen bir savaş ve şiddet uygulaması, önüne geçilemeyen salgın bir hastalık gibi zaten iyice çölleşmiş olan bu bölgeyi alabildiğine kasıp kavuruyor. Çölleşme sadece coğrafi planda karşımıza çıkan bir manzara değildir. Bundan daha ürkütücü bir çölleşme bölge insanının beyninde ve yüreğinde yaşanıyor. En tehlikeli çöl görüntüsü, bu insanın anlam ve duygu dünyasında sergilediği görüntüdür. Dışarıdaki çöl aslında bölge insanının iç dünyasındaki bu çölleşmenin bir yansıması oluyor. Çölleşme sadece doğanın canlılığını anlatan özelliklerin kaybedilmesi anlamına gelmiyor, bunun yanı sıra hayatın katledilmesini de ifade ediyor. Ortadoğu insanının günlük yaşam gerçekliği de bunu doğruluyor. Kardeş kendi kardeşinin gırtlağını sıkıyor. Aynı dinin mensupları birbirlerinin camilerini havaya uçuruyorlar. İbadet ve alışveriş yerleri toplu kıyımlara en uygun yerler olarak seçilip katliam alanlarına dönüştürülüyor. İşgal kuvvetlerine karşı direnme gücünü gösteremeyen bölge insanı, bu çözümsüz ruh hali içinde öfkesi ve nefretini yanındakinin üzerine kusup kendi soydaşlarını katlediyor. Daha çok kan dökmek, adeta yaşadığını kanıtlamanın bir yöntemi halini almış bulunuyor.Bu kanlı dehşet tablosu sanki kör dövüşü denilen kavga biçiminin ne olduğunu bütün dünyaya göstermek ister gibidir. Burada aslında birbirine düşman taraflar arasında bir mücadele yoktur. Okyanusun ötesinden gelip bölgenin kaderine hük-metmek isteyen bir işgalci güç var olsa da, buna karşı anlamlı ve sonuç alıcı bir mücadele yürütülmüyor. Öyle olsa, kimsenin bu içerikteki bir mücadeleye diyeceği bir şey olamaz. Oysa ortada kavga sınırlarını aşmayan bir durum var. Bu kavga, düşmüş olanların bulundukları uçurumun dibinde nasıl birbirlerine girdiklerini ortaya koymanın ötesine geçemiyor. Düşmüş olanların bölgenin tarihsel ve kültürel değerlerinden kopuşları son safhasındadır. Neredeyse hepsinin bulunduğu yer karanlık uçurumun dibidir, yani görünen dünyanın cehennemidir. Düşenler, geçmişten ve onun kutsal değerlerinden kopmuş olmakla işledikleri günahların kefareti olarak, dindeki cehennemi adeta bu dünyaya taşımışlardır. Batarken dibe vurmak denilen durum işte budur. Bu dip noktadan öteye düşecekleri bir yer yoktur. 12. yüzyıldan itibaren içine girilen durgunluk ve gerileme süreci bölge insanını yaşamın dışına savurmuştur. Sekiz yüz yıla yaklaşan bu süreç cüce kişilikler ortaya çıkarmıştır. Üstte yer alan melik, sultan, kral, devlet başkanı gibi kişilikler, geçmişin nemrutları ve firavunlarına özenseler de, her biri onların kudretinin binde birini bile gösteremeyecek kadar zavallıdır. Bu anlamda cücelik sadece alttakilerin değil, belki de onlardan daha fazla bu kesimlerin bir gerçeğidir. Sınıflı anlamda bile olsa, bu mukallitlerin uygarlığa kattıkları hiçbir şey yoktur. Geçmişin tüm maddi ve manevi değerleri üzerinde kof varlıklarını sürdürmek ve tüketerek bu dünyayı kirletmek hepsinin ortak meşgalesidir.
Ortadoğu’nun bu gerileyişi ve giderek düşüşü, bir başka gücün –kapitalist Batı uygarlığının- doğuşu ve yükselişi oldu. Ortadoğu’nun bu gerileyişini de fırsat bilen Avrupa kendini dünyanın merkezi saymaya başladı. Kendini merkez gören bu duruşundan hareket ederek dünyayı kendince yeniden tanımlamaya çalıştı. ‘Doğu’ olmak, öncelikle Avrupa’ya göre ‘doğu’ olmaktı. Coğrafi açıdan bakıldığında bile Doğu’nun kapsamı oldukça genişti; bu anlamda Avrupa’ya bir ‘yakın’, bir de ‘uzak’ olan bir ‘Doğu’ vardı. Ortadoğu bu ikisinin arasında yer alıyordu. Halk deyişiyle dünün ağzı hala süt kokan çocuğu olan Avrupa uygarlığı, değerleriyle beslendiği uygarlığın bu ana topraklarına isim babalığı yapacak kadar benmerkezci davranıyordu. Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Ortadoğu’nun ‘son aslan kükremesi’ dediği İslamiyet’e ihanetle birlikte ortaya çıkan güçsüzlük, Avrupa’nın bu pervasızlığı sergilemesinin önemli bir etkeniydi. 12. yüzyılda içine girilen gerilemeden sonra bölgede yeni bir güç odağı olarak sahneye çıkan ve 16. yüzyıldan başlayarak nerdeyse tüm bölgeyi denetimi altına alan Türk egemenliğinin bu gerilemeyi durduracak erdem ve yetenekleri yoktu. Temsili iddiasında bulundukları İslamiyet, bu güçler için talanlara imkân veren ve ganimet getiren bir yayılma aracı olmanın ötesinde bir anlam ifade etmiyordu. Osmanlı-Türk egemenliği, en iyi durumda, gelişen ve yayılan Batı kapitalizminin Ortadoğu’ya girişini geciktirerek, toprağa verilen İslamiyet’in mezar bekçiliğini yaptı. Osmanlıların çöküşü ise bölgeyi tümüyle kapitalist Batı sisteminin nüfuz alanı içine çekti.
Kapitalist Avrupa’nın egemenliği, çıkarları doğrultusunda bölgeyi yeni bir politik düzenlemeye tabi tutma ve Osmanlılardan boşalan topraklarda bir sürü devlet ortaya çıkarmanın ötesine geçmedi. Daha doğrusu, kültürel düzeyde bölgeye istediği gibi nüfuz etmeyi başaramadı; ortadaki mevcut geriliğe modern bir cila çekmekle yetinmek zorunda kaldı. Batının bu bölgede çok sayıda yeni devleti ortaya çıkarması yalnızca ‘böl-yönet’ politikasının bir sonucu değildi. Devletleşme aslında kapitalist gelişme ve genişlemenin genel eğilimi oldu. En etkili sömürü böylesi bir devlet çerçevesinin içinde yapılabileceği için sistem buna başvurdu. Sanıldığının aksine, sistem olarak kapitalizmin az değil çok sayıda devlete ihtiyacı vardır. Sadece dahili (egemen) devlet değil, sömürge tarzındaki devlet olsa bile bu yine böyledir. Yirmi iki Arap devleti Arap halkının ihtiyaçlarının değil bu sistemin çıkarlarının bir ürünüdür. Daha kolay yönetme istemi ve buna bağlı olarak parçalara ayırma, devlet çokluğunun asli değil tali nedenidir. Yüzyılın ilk çeyreğindeki bu parçalama sırasında devletleşme Arap şeyhleri ve aşiret şeflerinin payına düşerken, Kürtlere varlıklarını inkâr ederek kültürel soykırıma uğratma layık görüldü. Kültürel soykırım ve onun en etkili unsuru olan asimilasyon bu sürece kadar Ortadoğu gerçekliğine yabancıydı. Bölgenin Avrupa kapitalizminin nüfuz alanına katılmasıyla birlikte, asimilasyon da yerli egemen güçlerin cephaneliğinde yer alan kirli silahlarına dahil edildi.
Her yeni uygarlığın yayılması esas olarak bir kültürel yayılma şeklinde işler. Bu anlamda kapitalist uygarlık dünyanın başka yerlerinde çeşitli topluluklar ve bireyleri kendine çekerken fazla zorlanmadı. Hatta kapitalizme karşı alternatif olarak ortaya çıkan reel sosyalizm bile bu iddiasını ancak yetmiş yıl sürdürebildi; ardından çözülüp sisteme katıldı. Reel sosyalizmin sözde özgürlük ve eşitlik ideallerine bağladığı insanlar birkaç gün içinde tüketim toplumunun uyumlu bireylerine dönüştüler. Sistem sadece ekonomik olarak değil, kültürel değerleri ve yaşam tarzıyla da dünyanın hemen her yerinde kendini içselleştirdi. Buna karşılık kapitalizm günümüzde bile Ortadoğu’da hala dışsal bir olgudur. Kapitalist modern yaşam tarzına ilgi gençliğin belli bir kesimiyle sınırlıdır; bunlarda bile bu yaşam tarzını özümseme değil onu taklit etme vardır. Verili koşullardaki yaşamından daha ileri olmasına ve belki de ondan daha hayırlı bir seçenek sunmasına rağmen, bölge insanı bu yaşam tarzına ilgi duymamaktadır. Bunun nedeni onu çok iyi çözmüş olmaları ve ondaki bireyciliğin tehlikesini fark etmeleri değildir. Yani dışardan bakıp kısa bir süre için de olsa aldandıkları ve ardından içindeki derin çürümüşlüğü görüp benimsemekten vazgeçtikleri söylenemez. Daha başından itibaren bu yaşam tarzına karşı tavırları ret şeklindedir. Şerbet bile olsa Ortadoğu toplumu onu içmeyecektir.
Yüzeysel bir yaklaşımla bunun nedenlerini güncel gerçekliğin içinde aramaya kalkmak boşuna bir çabadır. Asıl neden tarihin kendisindedir, bölgenin tarihsel toplumsal gerçekliğindedir. Burada direnen özünde tarihtir, toplumsal gerçekliktir, köklü uygarlık değerleridir, bölgenin engin kültür birikimidir, geleneğin büyük gücüdür. Geçmişin gücünü küçümseme ve onu ölü bir şeymiş gibi görmenin bedeli çok ağır olabilir. Onun içindir ki, geçmiş kesinlikle kendisinden kurtulmamız gereken bir ölü ağırlığı yerine konulamaz. Bir yazarın deyişiyle, geçmiş asla ölü değildir, hatta geçmiş bile değildir. Biz kendisini bir ceset yerine koyup ondan koptuğumuzu sansak da o bizimle birliktedir ve hükmünü icra etmeyi sürdürür. Benmerkezcilik gerçeğe objektif bakmayı önler ve geçmişten kopmadıkça benmerkezcilik gelişmez. Aynı şey Batı uygarlığı için de geçerlidir. Sömürgeci zihniyetin koşullandırdığı oryantalist bakış açısıyla bölgeyi ele alan ve aşağılayıcı bir tutum takınan Batı uygarlığı bunun bedelini kötü ödemektedir. Çoktan mezara yatırılmış İslamiyet’in cesedi bile aynı Batının korkulu düşler görmesine yetebilmektedir.
Önder Öcalan’ın o mükemmel belirlemesini hatırlayalım: “Tarih, başlangıcında gizlidir. Başlangıcını çözemeyenlerin tarih bilgisi, tüm felaketlerin nedeni olan ce-haletin de temelidir.” Ortadoğu insanlığın ve uygarlığın beşiğidir. Beşiklik öyle ya-bana atılacak bir kavram değildir. Beşik denildiğinde bazılarının aklına ağlayıp mama isteyen çocuklar gelebilir. Oysa genelde insanlık için beşik durumu çok daha farklı bir şeydir. Beşiklik dönemi bütün ilklerin gerçekleştirilme dönemidir. Tüm insanlık açısından bakıldığında ilk dilin konuşulduğu, dille bağ içerisinde ilk düşüncenin geliştirildiği, ilk yürüyüşün yapıldığı, doğa ve toplumun ilk tanınmaya başlandığı dönemdir. “Tüm saflığıyla, ezmeden, sömürmeden, hırsızlık yapmadan ve sadece emeğe dayanarak yaşamın tanındığı ve böylesine oluştuğu bir dönemdir. Coğrafyamızda tarihin böyle başladığı, özünün bu olduğu kesindir.”
İlk olmak demek sonraki gelişmeye damgasını vurmak demektir; sonradan gelenlerin bu beşikten geçmeleri, buranın değerleriyle beslenmeleri, buradan öğrenmeleri, burada kişilik kazanmaları demektir. İlk olmak aynı zamanda kök hücre olmaktır, kök hücre olarak uygarlığa damgasını vurmaktır, insanlığın temellerinde yer almak ve insanlığı kendisinden başlatmaktır. Anaç toprak olma gerçeği işte budur. Dünün yeni yetme çocukları belki bu gerçeği inkâr edebilir, ama bu inkârcılık gerçeğin özünü değiştiremez. Ortadoğu’da direnen, işte bu her şeyin ilkinin anayurdu olmasıdır.
Abdullah Öcalan bu toprakların çocuğudur. Doğum yeri, insanın üzerinde kesintisiz olarak yüz binlerce yıl yaşadığı coğrafyanın merkezinde bulunan Urfa’dır. Dünyanın ve hatta bölgemizin başka alanlarında buzul ve kuraklık dönemleri buraları insansızlaştırmıştır. Oysa Urfa ve çevresi için böyle bir durum söz konusu değildir. Urfa aynı zamanda toprağın ilk tarıma açılmasını, insan emeğinin ilk değerleri yaratmasını, hayvanın ilk kez evcilleştirilmesini, ilk defa yerleşik yaşama geçilmesini sağlayan neolitik devrimin de merkezidir. Neolitik devrim bir tarım ve köy devrimidir. Urfa ‘Kutsal Şehir’ olarak bilinir ve kutsallıkta bölgenin öteki iki önemli şehri olan Kudüs ve Mekke’den önce gelir. Kutsallığın kaynağında insan emeği ve bu emekle gerçekleşen değer üretimi vardır. Tarım yapma, hayvan evcilleştirme ve evcil düzen kurma bir kadın faaliyetidir, doğuşu böyledir. Amaç ürün elde etmek ve bu ürünle insanın kendi neslini güven içinde sürdürmesini sağlamaktır. Bu yönüyle barışçıl, savaşa ve şiddete yer vermeyen, baskı ve sömürü tanımayan bir faaliyettir. Neolitik kültür aynı yerde aralıksız olarak sekiz bin yıl yaşanmış, özellikle Kürt toplumunu genlerine kadar etkilemiştir.
Peygamberlik geleneğinde bir dönüm noktası olan, Arap ve Yahudi halklarının ortak atası sayılan Hz. İbrahim de Urfalıdır. Hz. İbrahim’in en belirgin özelliği, Nemrut’a karşı isyan bayrağını kaldırmış olmasıdır. Nemrut, yöreye hükmeden tanrı-kralların unvanıdır. Nemrutlar çalışmadan hazır değerler üzerinde yaşamayı, işgal edip yağma yapmayı, bunun için de savaşa ve şiddete başvurup boyun eğdirmeyi sanat haline getiren yeni bir toplumun temsilcileridir. Bu yeni toplum baskıcı ve sömürücü bir toplumdur. Bu karakteriyle kutsallıkla özdeş olan doğal toplumun karşıtıdır ve bu anlamda laneti temsil etmektedir. Doğal toplumda kutsallık dışarıda bir yerlerde değildir, toplumun içindedir. Toplumun tümüyle barışçıl bir karaktere sahip üretim faaliyeti ve insanlığın bununla varlığını sürdürmesi kutsallıkla özdeştir. Lanet ise dışardan gelip yaratılan değerlere el koymanın, bu değerlerin sahiplerini köleleştirmenin ve üzerlerinde zora dayalı bir sistem kurmanın adıdır. Lanetin temsilcileri egemenlikleri altına aldıkları toplulukları itaatkâr kölelere dönüştürmek için onları kendilerinin tanrısallığına inandırmaya çalışmışlardır. İnsandan tanrı olamayacağını haykıran Hz. İbrahim’in eylemi bu nedenle çok büyük anlam taşımaktadır. Hz. İbrahim’in eyleminin özgürleştirici karakteri oldukça nettir. Yücelttiği ve yeniden yaşama damgasını vurmasını istediği değerler doğal toplumun değerleridir; onun özgürlükçü, eşitlikçi ve adalete dayanan yaşam tarzıdır.
Hz. İbrahim’le birlikte Ortadoğu tarihinde oldukça belirgin bir çizgi haline gelen peygamberlik geleneği özünde bir önderlik tarzıdır. Bunun bir alt basamağı ise bilgeliktir. Toplumun bunlara bağlılığı büyüktür. Peygamberler ve bilgeler bölgede gelişen sosyal mücadelelere damgalarını vurmuş seçkin kişiliklerdir. Lanetle özdeş saydıkları devletçi toplum sistemine ve onun yaşam tarzına karşı mücadele etmek eylemlerinin özüne damgasını vurmuştur. Peygamber ve bilge insanlığın yanındadır, devletçi toplumun aşağıladığı insanı gerçek yerine oturtmanın kavgasını verir. İnsaniyet içine büyük değerler sığdırılan bir kavramdır. Batıda bunun karşılığı hümanizmdir. Hümanizm ortaçağın hiçleştirdiği insanın kendine gelmesi, insanın iyiyi, doğruyu ve güzeli bulup temsil edecek bir varlık olduğunun farkına varılması ve insan yaşamının böylece değer kazanması olarak tanımlanmaktadır. Oysa Ortadoğu Batının Rönesans’la hümanizme sarılmaya başlamasından çok önceleri insaniyeti esas almıştır. Bütün peygamberler ve bilgeler insanın insanı kullaştırması sistemine karşı insaniyeti esas almanın çağrıcılarıdır. Onların insaniyete yükledikleri anlam belki de Rönesans öncülerinin hümanizme biçtikleri anlamdan çok daha derin ve yoğun bir içerik taşımaktadır. Kutsallık da lanet de insanın gerçekliğiyle ilgilidir. Peygamberlik ve bilgelik devletçi toplum sisteminin lanetine karşı kutsal insanlığın savunulmasını ifade etmektedir.
Önder Öcalan, geriye dönüp bütün yaşam pratiğini sorguladığında, kendi yaşamına damgasını vuran esas gerçekliğin peygamberlik geleneği olduğunu söyledi. Kendisini ve önderlik ettiği PKK Hareketini peygamberlik geleneğinin güncelleşmiş ve onun çağa uyarlanmış bir biçimi olduğunu belirtti. “PKK çağdaş bir İbrahimî harekettir” dedi. Bu anlamda onun Doğulu bir öz taşıdığını vurguladı. Elbette bunlar önemli belirlemelerdir. Dile getirildiği koşullar dikkate alındığında, bunlar Batıya karşı Doğunun, Batı uygarlığına karşı Doğu uyarlığının savunulmasıdır. Kuşkusuz Önder Öcalan kendisini peygamberce addetmiyor, ama o yüceliklerden haber vermeyi de insanlığa karşı görevi sayıyor. O gelenekle yeniden bağ kuruyor, özünü anlamaya ve bugüne taşımaya çalışıyor. Köksüzlüğe düşmemenin ve gerçeklikten kopmamanın yolunu burada görüyor.
Önder Öcalan’ın çocukluğu, kendini tanımaya başlar başlamaz arayış içinde geçen bir çocukluktur. O dönemin Kürdistan koşulları her bakımdan insanca bir yaşamın inkârını ifade eden koşullardır. Kürt olgusu ve Kürdistan gerçekliği yok sayılmaktadır. TC Devleti şahsında anadil yasağına kadar vardırılan uygulamalar içeren hayvanlaştırıcı bir sömürgeci egemenlik sistemi yürürlüktedir. Kültürel soykırım önemli ölçüde sonuca götürülmek üzeredir. İlk ve en büyük insanlık devrimi olan neolitik devrimi gerçekleştiren kültürün toplumsal dokusunun ayakta kalan en eski halkı olan Kürt halkı tükenişin eşiğine getirilmiştir. Kürt gerçekliğinde yaşam ihanete uğramıştır ve mevcut haliyle yaşanabilir olmaktan uzaktır. Elbette bu koşullar arayışa yöneltecektir. İçine sığdırdığı doğruları olmayan bir yaşamın değeri yoktur. Daha iyi bir yaşam da ancak bu doğruların bulunması ve yaşama yedirilmesiyle mümkün olacaktır. Dolayısıyla içine girilen arayış gerçeğin ve doğrunun arayışıdır.
Önder Öcalan’ın çocukluk döneminde Kürdistan’da hala feodalizmin etkileri güçlü olsa da, feodal yaşam tarzı aşılma sürecindedir. Henüz egemen duruma geçmese de, gelişen esas olarak kapitalist modern yaşam tarzıdır. Ancak her iki yaşam biçimi de onun kişiliğinde kendisine yer bulamamıştır. Deyim yerindeyse o bu dünyanın insanı değildir; belki de daha önemlisi hiçbir zaman bu dünyanın insanı olmayacak ve başkaları gibi yaşamayacaktır. Hayata asla ihanet etmeyecek, doğrulardan kopmuş verili yaşam tarzına bulaşmayacaktır. Alternatifini yaratabilirse yaşayacak, yoksa soyut yaşamayı tercih edecektir. Bu bir anlamda takva sahibi bir mümin gibi, bir derviş gibi yaşamaktır; yani maddi gerçekliğe değil, anlamın ve hissin gücüne dayanarak yaşamaktır. Ortadoğu tarihinde bu tarz bir yaşamın soylu örnekleri az değildir. Peygamberlik ve bilgelik geleneği bize bu konuda da anlamlı örnekler sunmaktadır. Kuşkusuz burada yaşamdan kopuştan söz edilemez. Tersine aralıksız bir biçimde peşinde koştuğu şey anlamlı bir yaşamdır. Evren, doğa ve insanlık doğru tanınmadıkça yaşamın doğru tanımlanması da mümkün olmayacaktır. Bunun içindir ki, onun gerçekliği arayış yürüyüşü tüm insanlık ve gerisindeki evren üzerinde başlayıp sonuca giden bir yürüyüştür. Çocukluk yıllarındaki arayışı da yine bu temeldedir.
Başlangıcını bilmeden gerçeği tanımlayamayız. Dolayısıyla her gerçekliği arayış yürüyüşü, başa dönmeyi ve temel özellikleri orada bulmayı esas alan bir yürüyüş olmak durumundadır. Kapitalist devletçi sistemin insanlığa en büyük kötülüğü geçmişi yok sayması ve insanlığın gelişimini adeta kendisiyle başlatması oldu. Bu sisteme göre, kendisinden öncesi, ilkel insanlık dönemiydi. Bundan kopuşun sağlanması ölçüsünde modern insana ulaşılabilirdi. Bu yaklaşımın insanlığı ve özellikle Batı insanını getirdiği nokta ise, geçmişten dünü gelecekten ise yarını anlayan, güncelliğin körleştiren ve cehalete mahkûm eden dar sınırlarına hapsolmuş, ne kadar çok tüketirse o kadar iyi yaşadığına inanan köksüz varlıklar ortaya çıkarmak oldu. Bu açıdan Batı sistemi bir köksüz insanlar sistemidir. Oysa Batılı düşünürler de bir zamanlar kapitalizmin bu özelliğine dikkat çekmişlerdi. Örneğin Tocqueville, “Geçmiş geleceği aydınlatmaya son verdiği için insan aklı karanlıkta yolunu kaybediyor” diyordu. Geçmiş her şeye ilişkin bilgimizin ve bilincimizin kaynağıdır. Geçmişimiz tarihsel belleğimizdir. Geçmişten kopmak belleğin silinmesi denilen durumu ortaya çıkarır. Elimizde yolumuzu aydınlatan bilincin bu kaynağı olmadan geleceği nasıl kurabiliriz, nasıl ve neye göre daha iyi bir gelecek tasarlayıp bunun mücadelesini verebiliriz? Geçmişi olmayanın geleceği de olmaz.
Yine doğru bir insan tanımına ulaşmadan insanca yaşadığımızı söyleyebilir mi-yiz? Peki, insan kimdir? Irak’ı işgal ederek bölgemizi yeniden şekillendirmeye çalı-şanlar bu eylemi insanlık adına yaptıklarını söylüyor; kendilerini insan kimdir sorusunun cevabı olarak görüp esas almamızı istiyorlar. Gerçekten öyle midir, insan kimdir sorusunun cevabı sahiden de batı uygarlığının yarattığı insan mıdır? İnsan olmak uçaklardan atılan tonlarca bombayla nice ocakları söndürmek midir? İşgalcilere güçleri yetmeyip birbirlerini boğazlayan bazıları ise tersini iddia ediyor, aynı sorunun cevabı olarak kendilerini işaret ediyorlar. Buna göre insan tanımını karşılıklı olarak birbirlerinin camilerini bile bombalamakta bir sakınca görmeyen bu insanlarda mı bulacağız? İnsanca eylemde bulunmak bu mudur? Ya da insan olmak kameralar karşısında tavuk keser gibi insan kesmek midir? İsa ve Muhammed böyle mi buyurdular? Onlar kendilerini izleyenlere böyle yaşamalısınız mı dediler? Belki aynı soruyu kendimize de sormamız, kendimizi de buna göre yargılamamız gerekir? Sahiden ne kadar insanız, ahlaki varlıklar olarak ne kadar doğrunun peşinden gidiyoruz? Ortada gönül rahatlığıyla budur diyebileceğimiz bir doğru yoksa nasıl ahlaklı insanlar olduğumuzu iddia edebiliriz? Yanlış olan karşısında doğru olduğu için yanlıştır. Kendisini mahkûm edecek doğrumuz yoksa o zaman neye yanlış diyeceğiz, seçimimizi neye göre yapacağız, ahlaki varlıklar olduğumuzu nasıl ispat edeceğiz?
Önder Öcalan, kendini bilmenin bütün bilmelerin temeli olduğunu söyledi. Biz insanız diyoruz ve kendimizi bilmemizin insanı bilmemiz demek olduğunun farkındayız. Bu durumda aynı can alıcı soru yine kendisini ısrarla dayatmaktadır. Kapitalist uygarlık, insanı kendi başlangıcından oldukça uzaklaştırdı. Zaten tüm uygarlıkların ortak özelliği, her birinin kendisini insanlığın ilk ve son sözüymüş gibi yansıtması oldu. Bu durum insanı geçmişinden kopardığı gibi gelecekten de uzak tuttu. Kaldı ki, her başlangıç her zaman ‘ilk’ olması anlamında ‘ilkel’ bir durumu ifade eder. Örneğin köklerini toprağın derinliklerine salmaya başlamış bir fidan ilkeldir. Buna karşılık birkaç yüzyıllık bir çınar kalınlaşmış gövdesiyle çok daha heybetli görünür ve ilkellik dönemini geride bırakmıştır. Fidan göründüğü gibidir, tüm özellikleriyle hayat kokar ve her şeyiyle büyümeye aday olduğunu göstermek ister gibi durur. Yaşlı çınar için aynı şeyi söyleyemeyiz. Dışardan heybetli görünüşüyle sağlam olduğunu sandığımız çınar içerden çürümeyi yaşayabilir. ‘İlkellik’ ile uygarlık arasındaki farklılık da biraz böyledir. Önder Öcalan, eğer ilkel insanla bugünkü insan arasında büyük bir farklılık varsa, daha insan hangisidir sorusuna cevabımız ilkel insan olmalıdır dedi. Dolayısıyla insan tanımımızda bugünkü insanı değil, uygarlık sisteminin horladığı ilkel insanı çıkış noktası olarak ele almamız en doğrusudur.
Büyüyüp ayakları üzerinde duracak yaşa geldiğinde anasını inkâr eden hayırsız evlada benzeyen Batı uygarlığı da kesinlikle Ortadoğu’dan beslendi. Bunun en çarpıcı kanıtı Batı kültürünün en başta gelen unsurlarından biri olan Hıristiyanlıktır. Hıristiyanlık olmasaydı, acaba gerçek anlamda bir Batı kültüründen söz edilebilir miydi? Peki, Hıristiyanlığın kökleri nerededir, Hz. İsa nerelidir? Aynı şey Rönesans için de geçerlidir. Rönesans neyin ‘yeniden doğuş’udur? Avrupa Haçlı Seferleriyle Ortadoğu’da karşılaştığı zengin kültür ve bilgi birikimini alıp götürmeseydi ‘yeniden doğuş’ olabilir miydi? Sonuçlarına ilgisiz kalsak da ya da cehaletin temsilcileri bize yabancı olduğunu söyleseler de Rönesans bizimdir; bizim coğrafyamızdan çıkan ve sonradan bir yerde kaybolmuş görünen ırmağın bir başka yerde üste çıkmasıdır. Bize düşen görev, kendi çıkarlarını cehaletin devamında gören çevrelerin telkinlerine aldırmadan Rönesans’a sahip çıkmak ve onun ruhunu kendi gerçeğimizde yeniden canlandırmaktır. Başka bir deyişle inkârcılığa da sapmadan, ama taklide de düşmeden bu Rönesans’ın ruhunu almak ve Ortadoğu gerçekliğinde bir ‘yeniden doğuşu’ gerçekleştirmektir.
Önder Öcalan sayesinde artık çok iyi biliyoruz: İnsanlığın kökleri bizdedir, bi-zim coğrafyamızdadır. İnsanlık tarihinin ilk gerçek bilimsel teknik devrimi olan neolitik devrim Ortadoğu insanının eseridir. Yani uygarlığın gelişmesini mümkün kılan bütün buluşlar bize aittir. Devletçi uygarlık sisteminin insanı köleleştiren ve hayvandan beter muameleye tabi tutan karakterine karşı insanın eşref-i mahlûkat olduğunu haykıran peygamberler bizdendir. Bütün tek tanrılı dinler ve peygamberleri Ortadoğuludur. İnsanlığın kutsal ağacı bizdedir, başkaları onun dallarıdır. Eşitlikçi ve özgürlükçü düşüncelerin kökleri bizdedir.
Batı uygarlığında lanet kavramı insanlar için fazlaca bir anlam ifade etmez. Ancak bölgemiz için lanetin ifade ettiği anlam ürkütücüdür. Çünkü kutsal denilen her şeyin kaynağında biz varız. Lanet kutsal olan her şeyin tersidir, kutsal olandan uzaklaşma ve ona yabancılaşmadır. Dinimiz insanı her zaman doğru yoldan sap-maya karşı uyardı. İnsan günah işlemeye ya da günümüzün diliyle söylersek hata yapmaya uygun yaradılıştadır. Hayat doğumla başlayıp ölümle başka bir biçim alan bir yolculuksa, bu yolda her zaman hata olacaktır. Günah ya da hataya karşı çözüm tövbe ya da özeleştiridir. İnsan hiç günah işlemediği ya da hata yapmadığı için değil, günah işlediği ya da hata yaptığı halde tövbe ettiği ya da özeleştiri yaparak hatalarını düzeltmesini bildiği için eşref-i mahlûkattır. İnsanı günah veya hatadan münezzeh saymanın kendisi en büyük günah veya hatadır. Dinin de, bilimin de, peygamberlerin de, bilgelerin de söyledikleri budur.
Bir kez daha vurgulamak gerekir: Lanet, kutsallığın uzağına düşmek, ona yabancılaşmak, bizim olan ve bize miras bırakılan değerlerden kopmaktır. Bizler bunu yaşadık ve hala yaşıyoruz. Burada kutsallıktan kasıt sadece İslamiyet’in gerçek özü değildir, onun da içinde yer aldığı bütün bir gelenektir, bir bütün olarak geçmişimizdir, kendi tarihimizdir. Önder Öcalan “Tarih ve gelenek neyse, günümüz ve gelecek de odur” dedi. Tarihe ve geleneğe ilişkin bilincimizin zayıflığı, hatta zayıflığın da ötesinde yokluğu bugünümüzü tam bir kaosa çevirdiği gibi geleceğe yönelik hayallerimizi de kuruttu. Kendimizi gerçeğin bu olduğuna inandırdık ve buna kader adını verdik. Kendi zaaflarımızın ve zayıflıklarımızın eseri olan bugünkü durumumuzu ilahı varlığın takdiri ve kaderin tecellisi saydık. Oysa akıl sahibi olan ve hisseden varlıklar olarak doğru ile yanlışı birbirinden ayırma ve yanlışı reddederken doğruyu hâkim kılma özgürlüğümüz vardı. Ancak bakmasını bilmeyince doğru ile yanlış bizde birbirine karıştı. Gerçeği bulmak ve onun doğrularıyla yaşamak aklımızın almadığı bir iş haline geldi. Duygularımız köreldi, büyük insan ve insanlık aşkımız kendimize ve insanlığa duyduğumuz nefrete dönüştü.
Bu durumu değiştirmemiz gerekir, değiştirebiliriz ve değiştirme gücümüz vardır. Değiştirmek için de öncelikle değişmesini istediğimiz şeyi iyi tanımak zorundayız. İkinci önemli husus, değişimi neye göre yapacağımızı bilmemizdir. Değişim bizim arzularımıza göre değil gerçeğin yasalarına göre olacağı için gerçekliği tüm tarihsel gelişimi içinde tanımakla yükümlüyüz. Bütün bunlar anlama gücümüzün derinliğini gerektirir. Buna zihniyet adını da verebiliriz. Zihniyet bizim anlama gücümüzdür. Ortadoğu mitolojinin, dinin, felsefenin ve bilimin doğuş zeminidir. Mitolojiyi efsane deyip bir yana atmak, dini afyon diye tanımlayıp ciddiye almamak, salt bilimle gerçeğin yakalanabileceğini sanmak büyük bir yanılgıdır. Örneğin mitolojinin dilini çözmek birçok tarihsel toplumsal gerçeği anlamamıza hizmet edecektir.
Ortadoğu’nun son derece zengin etnik yapısı demokrasinin gelişimi önünde engel değil, tersine demokrasiyi güçlü kılacak en temel unsurdur. En güçlü demokrasi Batıdaki bireye dayalı demokrasi değil, Ortadoğu’nun bu gruba dayalı demokrasisi olacaktır. Demokrasi öncelikle örgütlenmeyi ve örgütlü eylemde bulunmayı gerektirir. Toplumun örgütsüz olduğu yerde demokrasi de yoktur. Orada kendini nasıl tanımlarsa tanımlasın sadece devlet ve onun egemenliği vardır. Devlet ve onun dönemsel hali olarak iktidar ise baskı ve sömürü demektir. Sorunlarımız için çözümü devletten beklemek, kendimizi sonsuza kadar çözümsüzlüğe mahkûm kılmaktır. Bu anlamda demokrasi halkın çözümü devletin dışında araması, başka bir deyişle çözümü kendisinde bulmasıdır.
Yeni toplumumuzun en önemli bir karakter özelliği de ekolojik toplum olmasıdır. Ekoloji sadece çevre değil, doğayla insanın özlü ilişkisidir. Eşref-i mahlûkat dediğimiz insan Tanrının en değerli lütfü olan ve evrende bir benzeri daha bulunmayan bir gezegende yaşamaktadır. Havasıyla, suyuyla, toprağıyla, bitki örtüsüyle, hayvanlarıyla, atmosferiyle, kısacası doğasıyla bu gezegen de tıpkı insan gibi canlıdır ve sayısız canlıyı besleyip barındırmaktadır. Tabiat ana canlı her varlığın anasıdır; onun gibi doğuran, besleyen, koruyup esirgeyen muhteşem bir güçtür. Biz Ortadoğu insanı olarak doğayı bir ölü madde yığını olarak görmeye başladığımız andan itibaren hayatla bağlarımızı da kopardık. Doğaya saygı, en yüksek saygıyı hak eden anaya saygıdır. Dolayısıyla saygının da ötesinde, doğaya sevgimizi anaya duyduğumuz sevginin düzeyine yükseltmek, ekolojik bilinci bilincimizin temel yapı taşlarından bir haline getirmek bu konuda bizi bir parça gerçeğe yaklaştırabilir.
Kadın özgürlüğü bütün özgürlüklerin temelidir. Aynı anlamda kadının düşürülmüşlüğü erkeğin düşürülmüşlüğüdür. Ortadoğu’nun güçsüzlüğü, çaresizliği ve çözümsüzlüğünün altında kadının korkunç güçsüzlüğü, çaresizliği ve çözümsüzlüğü yatmaktadır. Kadın Ortadoğu toplumunda ‘en bozulmuş neslin en basit fiziksel üreticisi’ konumuna düşürülmüştür. Bu çerçeveden bakıldığında, çok acı da verse, İslamiyet öncesi cahiliye döneminin kadına yaklaşımıyla günümüzdeki kadına yaklaşım arasında ciddi bir farklılığın bulunmadığı görülecektir. Peygamberimiz öncelikle bu durumu değiştirdi. Onu Allah’ın Elçisi olarak tanıyan ilk insanın Hz. Hatice şahsında bir kadın olması son derece anlamlıdır. Peygamberimiz Hz. Hatice şahsında kadınlara, Hz. Ali şahsında etnisiteye, Zeyd şahsında kölelere hitap etti. Onu ilk kabul edenler bunlar oldu. Bu ilk üç Müslüman’ın konumu ve özellikleri iyi bilinmeden İslamiyet doğru anlaşılamaz. İslamiyet bu coğrafyanın en köklü bir kültürüdür ve bu kültürde kadının yeri asla günümüzdeki durumla karşılaştırılamaz. Bir kıyaslama yapmak gerekirse, bu ancak günümüzün bölge kadını ile cahiliye döneminin kadını arasında yapılabilir. Bu da İslamiyet’in gereği değil, Ebu Cehil tipi egemen erkek düzenine dönüştür. Ortadoğu’da kadın bir eşya ise, Batı uygarlığında da bir metadır. Dolayısıyla bizim yeni toplumumuzun özgür kadını ne bölgemizin eşya kadını, ne de Batının meta kadını olacaktır. Bu kadın bölge kültürünün temelinde yatan neolitik kültürün Ana Tanrıça kadını ile günümüzün özgür kimlik sahibi kadınının birleşik gücünün temsilcisi olacak ve geleceğimize yön verecek bir kudretle donanacaktır.
Sonuç olarak Abdullah Öcalan bizim kendi tarihsel köklerimizle bağımızı yeniden kuran, gerçek insanı ve yaşamı orada arayıp bulan ve oradan başlayarak geleceğimizi kurabileceğimizi bize gösteren bir önderdir. Onun Kürt toplumunun içinden çıkması sadece Kürtlere ait olması anlamına gelmez. Bu coğrafyada bütün peygamberler, bilgeler, kısacası toplumsal önderlikler belli bir toplumun içinden çıkmışlar, ancak kendi ideallerini kendi toplumlarıyla sınırlı tutmamışlar, tüm insanlığa hitap etmişlerdir. Önder Öcalan öncelikle bu bölgenin, bu toprakların, bu coğrafyanın bir çocuğudur. Genelde Ortadoğu gerçeği, özel olarak Kürt gerçekliği evrensel olanı da bağrında taşımaktadır. Hz. İsa ve Hz. Muhammed nasıl tüm insanlığı esas aldılarsa, aynı şekilde Önder Öcalan da tüm insanlığı esas almakta ve bütün insanlık için bir çözüm önermektedir.
Büyük düşüşler büyük yücelişlerin de habercisidir. Önder Öcalan sistemin bir parya kadar değer görmeyen bir sistem altında yaşamaya mahkûm ettiği Kürt gerçeğinin içinden çıktı; Kürt ne kadar düşüşü yaşadıysa, o da tersinden o kadar büyük bir yükselişi yaşadı. Bu hem yeni Kürt insanının hem de özgür insanın yükselişiydi. En dipte Kürt insanının bulunduğu Kürdistan’daki düşüş aynı zamanda Ortadoğu’nun da acıklı düşüşüydü. Şimdi yeni bir Kürtlük doğuyor; özgürlüğe yürüyen, herkes için özgürlük, eşitlik ve adalet isteyen bu Kürtlük Ortadoğu insanının yeni yüzünü gösteriyor. Bu Kürt kimseye alet olmuyor, kimseden yardım ve destek dilenmiyor, kendi gücüne ve halkların özgürlük tutkusuna dayanıyor, tüm gücünü oradan alıyor. Bu özelliğiyle insanın istediğinde her şeyi başarabileceğini kanıtlıyor. Bu yüzden ABD İmparatorluğu onu ‘düşman’ olarak ilan ediyor. Çünkü bu yeni Kürt tipinin bölge halklarına kötü örnek oluşturduğuna inanıyor. Bunun için Önder Öcalan’ı Hz. Yusuf gibi zindana atıyor, Hz. İsa gibi çarmıha geriyor, Hz. Eyüp gibi yara bere içinde bırakıyor.
Ancak artık geri dönülmez bir gerçek var: Önder Öcalan geçmişimizi aydınlatmış, bu temelde elimize geleceğimizi kurmak üzere ilerleyeceğimiz yolu aydınlatan bir meşale tutuşturmuştur. Bu sönmeyecek bir meşaledir. Önder Öcalan’a sahip çıkmak öncelikle bu meşaleyi elinde tutarak yeni bir Ortadoğu’nun kuruluşu için yürüyüşe geçmektir.