SESLER VE SÖZLER
04 Hezîran 2011 Şemî
Genelde teşekkür eden kişi, kendini borçlu hisseder ve bu borcun ağırlığından kurtulmak için teşekkür etmek durumunda görür kendini. Teşekkür edilen de, gururu okşanmış bir şekilde, alacağını almış bir üst kat sakini ya da evsahibi gibi kandırıkçı bir yüceliş yaşar.
Dilzar DÎLOK
Sesler ve sözler yaşamımızın tüm sınırlarını belirliyorlar ve başarabilirsek, onlara yüklediğimiz anlamlarla özgür bir düşünceye, özgür anlara da ulaşabileceğimizi farkediyoruz. Her dile geldiğinde beni oldukça düşündüren ve her defasında neden diye sorduğum bir söz var örneğin: Teşekkür etmek. Dile geldiğinde ya da gelmesi gerektiğinin düşünüldüğü anlarda itici, hesapların grafiklerine sıkıştırıcı, içkıyıcı ve nihayetinde ilişkilerimizin arasına duvarlar örücü bir çaba sezinliyorum bu kelimede. Kelimenin Türkçe kökeni bildiğim kadarıyla yok. Teşekkür etmek köken olarak Arapça bir kelime. Kullara karşı söylersen teşekkür, tanrıya (Arapların allahına) karşı söylersen şükran oluveren bir borç. Her söz oluştuğu dilin kültüründen doğmuştur. Şimdi konuştuğumuz literatüre bakıp kimi sözlerin zihniyetimizi, düşünce ya da duygulanımlarımızı belirlemesine izin vermemeliyiz. Bunu yapmaya yönelmeyi bir özgürleşme eğilimi olarak ele alıyorum.
Bu sözcüğün oluştuğu kültür Arap kültürüdür. Arap gerçeği çölde gizlidir. Çöl demek Arap demektir. Bugün Araplar kendi gerçeklerine en yakın olan Bedevileri (Türklerin Türkmenleri aşağıladığı gibi) aşağılasalar da, Arap gerçeği çöldür, bedevidir. Çöl, bitimsiz kumların, sonsuz tozlu fırtınaların mekanıdır. Su hayallerinin serap olmakla hakikat olmaya yöneldiği mekanlardır. Serabı olmayanın öldüğü bir hakikattir. Serap göremeyecek kadar kurumuş, çölleşmiş insanların çölde bir kum tanesi oluverdikleri, içinde varoldukları gerçeğe dönüştükleri bir hakikattir.
Belki de çölde en güzel serabı Muhammed görmüştür. Çünkü o serabını büyütmüş ve kendi hakikati olmaktan çıkararak kendi halkının serabına dönüştürmeye yönelmiştir. Ve çöller öyle bir Arap hakikatidir ki, Muhammed’e çöl ortasında cennet gördürecek kadar hayal kurdurabilmiştir. Hayaller kuruldukları andan itibaren gerçek olurlar. Arapların cennet hayali de oluştuğu andan itibaren gerçek olmaya yönelmiştir. Bu yönelişin nasılını tartışmayacağım bu satırlarda ama hayal ile hakikat bağlantısını Arapların çölleri somutunda görmek, yakın bir topluluk olarak bizleri de düşündürmektedir.
Muhammed’in Arap çöllerinin cehennemi sıcağını cennete dönüştürme hayalini kurabilmiş olması, metafiziğin gücünü göstermektedir. Pozitivizmin inkâr ettiği bu metafizik gerçek nasıl da çöllere katlanmanın en güzel örneğini yaratmıştır! Tabi bu durum Araplarda yeni hayalleri getirdiği kadar gerçekleşen hayallerine bir karşılık vermeyi, bir vefa borcunu yerine getirme düşüncesini de getirmiştir. Önderliğimiz İslamiyetin Arapların beklediği mucize olduğunu söyler. Çölde bir cennet vadeden ve bunu Muhammed yoluyla ileten, mucizeyi yaratan tanrıya (allaha) şükran duymamak mümkün müdür? Tabi ki değildir ve Araplar da Allaha şükrederek, cennetimsi yaşamlara yönelten, çölü yaşanılır kılan her davranışa da teşekkür ederek kendi hakikatlerini karşılamışlar.
Teşekkür etme anlayışının ataerkil bir topluluk olan Arapların, yaptıkları her şeye bir karşılık beklediklerinin bir göstergesi de olabilir. Ataerkil bir ortamda, insan ilişkilerinin keskin ayrımlara tabi olduğu bir yaşamda, belki de teşekkür etmeyi bir yaşam şartı bilmiştir Araplar. Kürtlerin diline de Rusça’dan (spasi bo) girdiği söylenmektedir. Bu ne kadar doğrudur bilmiyorum ama eskiden analarımızın bu kelimeyi bilmediğini, aslında bir bütün Kurmanci’de bu kelimenin olmadığını, bu kelimeyi sonradan sözlüklerden öğrendiğimizi de unutmamak elde değil.
Sanırım batılı dillerin genelinde vardır bu sözcük ve hatta eğitimlerde sosyal dersler aracılığıyla bu sözcüğün nerede-nasıl kullanılacağı da öğretilir. Ne incelik ama… Oysa bizler için, anadilimizde dört harfe tekabül eden bu kelimeyi kullanmayı acılarla yüklü bir tarihle öğrenen bizler için, biraz daha farklıdır bu durum.
Teşekkür etmek bir incelikmiş gibi görünebilir. İyi, güzel ya da doğru davranışa karşı geliştirilen iyi, güzel ya da doğru niyet beyanı da olabilir. Ama her teşekkürde bir şükran duygusunun mağlup yatışını gördüğümden, niyetten habersiz bir tanrılaştırma ya da buna benzer bir soyutlama, sınıflandırma, ikilem yaratma girişimi ya da ayrıştırma sezinlerim. Her teşekkür, karşılık olarak geldiği edimden uzaklaştırır beni. Her teşekkür, teşekkür edenle arama görünmez ama kalın bir duvar örer. Bir arkadaşıma bir bardak çay verdiğimde, teşekkür geldiği an, bir yaban oluş sezinlerim arkadaşıma karşı. Ne ki derim, kendime teşekkür etmiyorum ki çay aldığımda, diğeri de onunla eşdeğer bir davranış hepi topu. Bundan olacak kolay gelsin, eline sağlık gibi sözler dışında, teşekkür edilmesi, karşımdaki arkadaşlarımın şükran duygusuyla kökdeş bir duyguyu yaşamaları bana katlanılmaz gelir. Biçimsel inceliklere mecbur ve/veya mahkûm oluşumuzun sızısını diriltir yüreğimde. Kabullenemem. Ve karşı bir refleks yaratır.
Genelde teşekkür eden kişi, kendini borçlu hisseder ve bu borcun ağırlığından kurtulmak için teşekkür etmek durumunda görür kendini. Teşekkür edilen de, gururu okşanmış bir şekilde, alacağını almış bir üst kat sakini ya da evsahibi gibi kandırıkçı bir yüceliş yaşar. Bu ilişkiler böyle sürer gider ve incelik gibi görünen sözcüklerle, insanlar arasında sınıflandırmalar, alt-üst gruplandırmaları, ikilemlere sıkıştırılmış geri sosyaliteler her şükran duygusunda biraz daha yaratılarak bizlere dayatılan ve bize ait olmayan yaşam biçimlerinin temelleri nazik nazik tahkim edilir.
Acaba doğal toplumda, ahlaki toplum dediğimiz birbirine bağlılığın derinden yaşandığı zamanlarda teşekkür etme var mıydı? Dil olarak değil de, bu anlama gelecek bir şükran belirtisi yaratacak davranışlar o zamanlarda insanların beyninde yer edinmiş miydi? Pek sanmıyorum. Ana çocuk ilişkisini düşünüyorum. Annenin ömür boyu yaptığı yemeklere hangi çocuk teşekkür etmiştir ki! Analar çocuklarına yemek yapmayı kendi yaşamlarının bir parçası olarak görürler. Nasıl ki çocuk doğduğunda annenin bedeninden ürettiği sütü çocuğuna vermesi doğalsa, süt zamanı geçtikten sonra da süt yerine başka şeylerle çocuğunu beslemesi o kadar doğaldır.
Anneyle çocuğun birbirine simbiotik bağlılığının sonucu bir ilişki doğmaktadır ve yaşam ona göre şekillenmektedir. Ama bir arkadaşımız bize bir çay verdiğinde teşekkür etme ihtiyacı duyarız. Neden ki! Neden teşekkür etmediğimizde kabalıkla ithaf edileceğimiz kaygısını, korkusunu yaşarız? Oluşturulan bu yapay sosyal baskılar neden bizleri yönlendirir ki! Teşekkür etmeyince arkadaşımızı kaybedeceğimiz, arkadaşlığımızın zedeleneceği korkusu nedendir? Neden teşekkür etmemeyi arkadaşın verdiği emeği ya da inceliği boşa çıkarma teşebbüsü olarak algılarız.
Oysa gerçek öyle değildir.
Vermenin hesaplara sıkışmadığı zamanlarda, teşekkür etmek de borç bilinmezdi sanırım. Şöyle ki, sütünü içmekle başladığımız yolculuk binlerce kez onun elinden içtiğimiz çay ile, yine binlerce kez onun ellerinden yediğimiz yemekle, yıkanan giysilerimizle, taranan saçlarımızla ve daha birçok şeyle devam etse de, annemizle ilişkimizde teşekkür etme kaygısına girmeyiz. Belki bir eline sağlık deriz, kiminde bir öpücük kondururuz yanağına ya da bir yeni elbise diktiğinde sevinçle sarılıp anamızın kucağında kaybolmayı düşleriz. Bizi var eden o yüceliğe sığınırız biraz da. O da anamızın el emeğine saygımızdandır. Bunu annemizin de kabalık olarak anlayacağı aklımızın ucundan bile geçmez. Annemizin beklediği de bir gülücüktür nihayetinde. Okuldan döndüğümde annemin hazırladığı yemeği yerken annem başımda beklerdi. Aradan geçen yıllara rağmen taze bir yürekle beklerdi yaptığı yemeğin etkisini. Kimi zaman ona kızar gibi yapardım: “Senin yüzünden kilo alacağım, neden bu kadar güzel yapıyorsun yemeklerini!” dediğimde annemin sevinçle gülümsediğini görmek beni çok mutlu ederdi. Bilirdim ki onun elleri kutsaldı ve karşısında durmak mümkün değildi. Annemin de beklediği o ellerin anlamını değerini bilmekti sadece. Değer bilmek de teşekkürle karşılığı ödenecek bir borç değildi henüz. Çünkü o akıl, o hesapçı, hileli akıl, henüz annemizle arama girmemişti.
Bu durum ahlaki toplumun henüz ölmediğinin de bir göstergesidir aynı zamanda.
Sanmıyorum ki eski zamanın insanları bu kadar teşekkür borçlu olsunlar birbirlerine ya da vadesi dolmuş bir alacaklı gibi teşekkür beklesinler birbirlerinden. O zaman insanlar, ahlaki örgüyle birbirlerine bağlı oldukları insanlara karşı iyi, güzel ya da doğru bir davranış sergilediklerinde, karşılığında bir teşekkür beklemezlerdi ve bu davranışların karşı tarafı da bir teşekkür ederek toplumsal varlığın sürekliliğini sağlayan diğer bireyde gönül rahatlığı, gurur okşanması ya da yalancı erdem duyguları yaratmazlardı diye düşünüyorum.
Bence teşekkür etmek, insanların birbirlerine bağlılıklarının zayıflamaya başladığı, toplum üyelerinin birbirlerine karşı görev ve sorumluluklarını tam olarak yerine getirmedikleri zamanlarda ortaya çıkmış ve kötülerin içindeki iyilere vurgu yapmak için gelişmiş bir davranış biçimidir. Birçok kişinin, aslında herkesin yapması gereken bir şeyi, hiç kimse yapmadığında ya da çok az kişi yaptığında, bu durum, bu az sayıdaki kişileri yüceltmez ki. Olsa olsa, geri kalanları biraz daha aşağı çekiyor olabilir. Şöyle, kendimizi değerlendirirken ahlaki ve özgür toplumun ölçüleriyle ele almak durumundayız. Yoksa kötüler içinde iyi olmak zaten günümüzde devrimci olmayı tercih etmekle çoktan başardığımız bir şeydir ki, bununla yetinmek mümkün olsaydı bugün bizler biz olmayacaktık.
Bize bunca şey bahşeden evren karşısında duyacağımız şeyin de şükran değil de, başka bir şey olması gerektiğine inanırım. Bize bunca şeyi sunan, baharın başında yaprağı açtırırken yüreğimizde bir yeşeriş oluşturan ve baharın sonunda yaprağı dökerken yüreğimize hüzün damlacıkları serpen, her rengin varoluşunda bir mana dalgası yaratan, bir arının bacaklarına tutundurup çiçek çiçek gezdiren, her kıpırdanışta bir güzellik barındıran ve bizleri düşünmeye, hissetmeye sevkeden, bizi yaşatan ve bizi içine alan doğaya, evrene karşı yapabileceğimiz en anlamlı davranış ona şükran duymak değildir. Evrene anlam vermek, evren gerçeğini bilerek, yüreğinin derinliklerinde bu bilgiyi sezgileriyle yoğurarak bir yaşam heyecanına dönüştürerek, doğayı kirletmeyerek ya da ona emek vererek evrenle ilişkimize anlam kazandırabiliriz. Evren karşısında tek başına duruşunu bir anlamlı varoluş kabul ederek bu anlama göre yaşayarak evrenin bize verdiklerine doğru bir karşılık verebiliriz.
Yoksa şükran duymak, bizi evren ve doğa karşısındaki sorumluluklarımızdan kurtarmaya yetmeyecektir. Nasıl ki, teşekkür etmek bizi yol arkadaşlarımıza ve özgürlük mücadelemiz karşısında yapmakla yükümlü olduğumuz görevleri yerine getirme yükümlülüğünden kurtarmıyorsa doğa da bizler için öyledir. Evren bizim özgürlük bahçemizdir.