DEMOKRATİK ULUS'UN EKOLOJİK BOYUTU
20 Hezîran 2011 Duşem
İnsani gerçekleşme iyi ya da kötü, zihni-bütün bir gerçekleşmedir. Bu nedenle insanın toplumsal dünyaya dönük ilişkileri ne ise, doğal dünyaya dönük ilişkileri de odur.
Eser FIRAT
Ekolojik Soruna Genel Bir BakışÇağımızda yaşanan iki esaslı çelişki ve krizden bahsediyoruz. Birincisi, insanın insan üzerindeki(erkek egemenlikli sistemin kuruluşuyla başlayan süreç) tahakkümü ve sömürüsünden kaynaklı yaşanan toplumsal krizdir. Diğeri ise birincisine bağlı olarak insanın doğaya dayattığı dengesiz ilişkiler sonucu gelişen ekolojik krizdir. Her halükarda her iki krizin kökeni birdir ve dolayısıyla sonuçları da birbirini besler niteliktedir. Her iki krizin ilişkisi tarihsel olarak diyalektikseldir ve çözümü de ancak birlikte mümkün olabilmektedir. Tarihsel kökenleri ile önce insanın insana ve daha sonra ise insanın doğaya yabancılaşması sonucu gelişen bu birleşik kriz gerçeği, günümüz dünyasında ise tehlikeli bir eşiğe gelip dayanmış durumdadır.
Ekolojik boyutta yaşanan krizin tehlikesi, bir dünya sistemi olan kapitalizmin sınırsız kar amacıyla insanlığın ulaştığı bilim-teknik seviyeyi tehlikeli bir şekilde kullanarak organik evrime doğrudan bir müdahalede bulunuyor olmasıdır. Bu müdahale nedeniyle organik dünyanın halkaları her geçen gün daha fazla tahrip edilmektedir. Bu yüzden dünyamız ve tüm bir insanlık çevresel bir felaket ile yüz yüze geldiği gibi, aynı zamanda şöyle bir seçimle de karşı karşıyadır. Ya insanlık, böyle devam ederse, yaşanması sadece bir zaman sorunu olduğu belirtilen ekolojik bir felaket ile kendi sonunu getirecek, ya da ekolojik bilince ve duyarlılığa ulaşarak, en öncelikli olarak da kapitalizmi aşarak bu gidişatı durduracaktır.
İnsanlığın artık varlığını sürdürmek isteyip istemediği kararına ulaşarak bir seçim yapma zorunluluğu ile karşı karşıya kaldığı böylesi bir sorunun ciddiyeti karşısında, hiçbir toplumsal inşa çabası ya da toplumsal sorunları aşma arayışı buna lakayt kalamaz. Kaldı ki ekolojik bir bilinç ve politika geliştirmeksizin doğru bir toplumsal çözüm anlayışına da ulaşılamaz. Ekolojik bilince rağmen günümüzde yaşanan ulusal ve toplumsal sorunları sağlıklı çözme çabası da pek mümkün değildir. Çünkü ekolojik bir bilince ve politikaya dayanmayan bir toplumsal yapı, sonuçta çürümekten ve yozlaşmaktan kurtulamaz. Sadece ekolojik bir toplum istenildiği için değil, insan toplumu özünde ekolojik bir varlık olduğu için ekolojik özüne dönmek durumundadır.
Bugün dünyanın her hangi bir coğrafyasında yaşanan toplumsal çelişki ve sorunların düzeyi, biçimi nasıl cereyan ederse etsin, bu sorunlar en temelde doğal dünyadan kopmuş insan zihniyeti ile bağlantılıdır. Bu yüzden her toplumsal sorunun çözümü, doğadan kopmuş zihniyetin yarattığı bir sorun olan ekolojik sorunun çözümü ile bağlantılı olmak durumundadır. Bugün az-çok tanımladığımız sorunlar, örneğin verili bir ulusal ve toplumsal yapıda yaşanan ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel sorunlar; daha özel anlamda cins sorunu, demokrasi sorunu, açlık ve işsizlik sorunu ve daha da uzatılabilecek tüm bu sorun ve çelişkiler yelpazesi, en başta kendi doğasına, son çözümlemede de genel doğaya ters düşen insan zihniyetinin ürünüdür.
Bu duruma karşın her ne kadar insan toplumu kendini ikinci bir doğa olarak tanımlıyor ise de -çünkü dil, kültür, ahlak, politika, bilim ve teknik vb. yaratarak kendisini toplumsal bir doğa olarak inşa etmiştir-, ancak bu, yine de birinci doğadan kopuk bir gerçekleşme değildir. Örneğin tüm yapısı ile doğanın bir yaratımından kaynaklı olması nedeniyle potansiyel olarak canlılığı barındıran bir yapıdır. Yine doğada işlerlikte olan bir tür doğal akıldan bahsediyoruz. Doğal durumda işlerlikte olan bu zekâ, insan aklının alamayacağı sayıda ve genişlikte var oluşun çeşitliliğini olanaklı kılmıştır. Aynı şey, inşa edilmiş bir gerçeklik olarak ikinci doğa denilen insan toplumunda da işlerlikte olan temel bir ilke değerindedir. Bu ilkeye rağmen hiçbir kimse, örneğin yeryüzünde tek bir dil, tek bir toplum, tek bir kültür vardır gibisinden saçma bir iddiada bulunamaz. İnsan toplulukları da doğal dünyaya benzer çok çeşitli bir yapıda kendi varlığını mümkün kılabilmiştir. Aynılığa, tekliğe ne doğal, ne toplumsal dünyada yer yoktur.
Şimdi burada doğadan kopmuş bir zihniyetin nasıl yıkıcı olabildiğine bakalım. Topluma bin bir hile ile dayatılmış olan sınıflı-devletçi zihniyet, nasıl ki toplum üzerinde egemenliği, tekliği, aynılığı farz kılarak, insani özgürlüğü ortadan kaldırarak tüm bir toplumsal yıkıma neden oluyor ise, bu yıkıcılık aynı şekilde doğal dünyaya da dönerek onu da yok ediyor. Toplumsal yabancılaşma, doğal yabancılaşmayı da beraberinde yaratıyor. İnsan toplumuna dayatılan egemen-yıkıcı ilişkiler, aynı zamanda ekolojik boyutta egemen-yıkıcı bir ilişkiye dönüşüyor. İnsani gerçekleşme iyi ya da kötü, zihni-bütün bir gerçekleşmedir. Bu nedenle insanın toplumsal dünyaya dönük ilişkileri ne ise, doğal dünyaya dönük ilişkileri de odur. İşte ekolojik kriz denen olayın zihni arka planını oluşturan tam da topluma dayatılan bu her bakımdan dengesiz ve yıkıcı ilişki gerçeğidir.
Peki, söz konusu edilen bu yıkıcılık, sadece insana özgü kaçınılmaz bir kötülük müdür? Değil ise, o halde doğa içinde insani gerçekleşme neyi ifade ediyor?
Her doğal varlık gibi, insan da fiziki ve biyolojik bir doğadır. Fiziki ve biyolojik özelliği itibariyle doğal evrimin, yani eko-sistemin zincirlerine sıkı sıkıya bağımlıdır. Tüm fiziki ve biyolojik âlemin denge ya da dengesizliği, insan yaşamını da olumlu ya da olumsuz doğrudan etkiler mahiyettedir. Doğal dünyanın evrim zincirlerine rağmen bir insani yaşam tasarlanamaz. Toplumsal evrim ile kendisini ikinci bir doğa olarak gerçekleştirmiş olsa bile, bu, doğal evrime rağmen olup-biten bir olay değildir. Ancak insan, fiziki ve biyolojik âlemin en gelişkin bir türü, verili zaman dilimi içindeki evrim zincirinin son bir halkasıdır. Bir nevi tüm bir evrenin özeti olarak evrim zincirinin bir anlamda doruğudur. Hemen-hemen tüm kültürlerin bir sentezi durumundadır.
İnsanın fiziki ve biyolojik özellikleri ile doğanın gelişkin bir varlığı olmasının da ötesinde, insanı doğa içinde ayrıt edici kılan başlıca özellik, toplumsal bir varlık olmasıdır. Diğer canlı türleri, familyaları birer topluluk olarak adlandırabiliriz. Fakat hiçbir tür, familya insan seviyesinde bir toplumsallığa erişmiş değildir. İnsan en belirgin farklılığını, kendisini toplumsal bir varlık halinde inşa ederek ortaya koymaktadır. Toplumsallık, insanı farklı ve yaratıcı kılan bir özelliktir. Örneğin bir zekâ konusunu ele alalım. Her canlı türde şu veya bu şekilde doğal koşulların mümkün kıldığı seviyede ilksel bir zekâ vardır. İnsanda ise bu, tüm bir doğayı soyut ve değişik anlamlarıyla tasarlayabilen analitik bir seviyeye varmıştır. Peki, insanda bu nasıl mümkün olabilmektedir? Toplumsallığı sayesinde. Bu sayede birinci doğadan farklı olarak bilimi, sanatı, kültürü, ahlakı, politikayı, kısacası metafizik ve analitik özellikte insana dair bildiğimiz her şeyi yaratmıştır. İnsanda bitebilen tüm bu yaratıcılığın kaynağı, toplumsal doğasıdır. Toplumsallık, gerçekten de doğal evrimden farklılaşarak gelişen insanın olağanüstü bir sıçramasıdır. Bu sıçrama, doğa aleyhine gelişen bir süreç değildir. Bu süreci evrimin dengesiz bir gelişmesi olarak gösteren saptırıcıların aksine, doğal evrimin birikimsel, olumlu ve doğal diyalektiksel bir sıçramasıdır.
Bu konuda önemle görülmesi gereken yan, insan zihniyetinin oluşum özelliğidir. İnsan zihniyeti olabildiğince esnek işleyen bir yapıdadır. Burada önem arz eden, insanın bu zihni yapısını neye ve ne tür amaçlara göre işleteceğidir. Son derece olumlu amaçlar için kullanabileceği gibi, oldukça kötü amaçlar için de kullanabilir. Bu açıdan insan zihni hem olumlu-yapıcı olmaya, hem de olumsuz-yıkıcı olmaya müsaittir. Doğal ve toplumsal dünya ile uyumlu-dengeli bir gelişme rotasına girebileceği gibi, uyumsuz-sapmalı gelişmeye de girebilir. Örneğin insan dışındaki diğer canlı türlerin de kendi doğasına uygun bir yaşam sistemi ve kültürleri vardır. Bu daha çok doğal koşulların olanaklı kıldığı bir ölçüdedir. Değişim çok sınırlı ve çok ağır işlemektedir. Doğal şartlar neyi gerektiriyor ise ona göre de bir şekillenme yaşanır. İnsan ise esnek özellikte olan zihni yapısı ile kendi yaşam sistemini, zihniyetini, ortam ve koşullarını rahatlıkla dönüştürebilmekte, yerine yenisini kurabilmektedir. Bu yüzden diyoruz ki insan yaşamı özgür de kılabilir, ama yaşamı cehenneme de dönüştürebilir. Dolayısı ile inşa edilmiş bir gerçeklik olarak insan zihniyeti yapıcı da, yıkıcı da olmaya açıktır.
Bu anlatım çerçevesinde ekolojik sorunun neden ve olası sonuçları biraz daha açımlanabilir. Ekolojik bir sorundan bahsederken, kendiliğinden oluşan, yani doğal nedenlerden kaynaklı her hangi bir sorundan bahsetmiyoruz. Bu tanımlama ile insan eliyle doğaya dayatılan kötü ve yıkıcı bir eylemin varlığını kastediyoruz. Elbette ki sorunun neden ve kaynağını doğru tespit etmek, çözümünü de içinde taşır. Sorunun kaynağını yanlış yerlerde aramak ise çözümsüzlüğü barındırır. Sorunu değişik boyutlardan ele alan farklı görüş açılarının olduğu bilinmektedir. Soruna salt bir çevrecilik perspektifinden bakanlar olduğu gibi, nedeni insanda içkin olduğu öne sürülen mutlak bir kötülüğe bağlayan ve bu yüzden aklı, bilimi, teknolojiyi ve bir bütün olarak salt insanı sorumlu tutan bir perspektiften bakanlar da yok değildir. Bir şekilde sorunu saptıran bu görüş açılarının ötesine geçen tek alternatif yaklaşım, toplumsal ekoloji perspektifidir. Bu perspektiften bakıldığında sorunun tamamen iktidar- devlet kaynaklı olduğu ve esas olarak da avcı-kurnaz adamın zihniyeti ile bağlantılı olduğu görülür.
Bu nedenle de sorunun tarihsel kökeni, hiyerarşik dönemle uç verirken esas olarak da uygarlık süreci ile birlikte sistematik hale gelir. Uygarlık öncesi insan topluluklarının ilişki ve yaşamında doğal dünya ile çelişen ciddi bir sorunun varlığından bahsedilemez. Bunun için uygarlık öncesi dönemi, doğal toplum aşaması olarak adlandırıyoruz. Neden doğal toplum diyoruz? Çünkü doğal dünya ile uyumlu ve ahenkli bir yaşam söz konusudur. Tüm anlamıyla doğal dünya, yaşamın tek besleyici kaynağıdır ve ona göre de bir kutsallık atfedilmektedir. Doğal nedenlerden kaynaklı olaylar olsa da (örneğin doğal afetler, vb), ancak bunlar doğal çevre ile yaşanan bir çelişki ya da sorun anlamına gelmemektedir. Bahsedildiği anlamda sorunun ortaya çıkışı, tamamen insan zihniyetine yön veren avcı-kurnaz adamın gelişen kurgu ya da tasarımlarındaki sapma ile bağlantılıdır.
Uygarlık, bu sapmalı sürecin daha genel boyuttaki bir ifadesi oluyor. Uygarlık öncelikle toplumsal ilişkileri parçalar, her bakımdan çelişkili, çıkarlı olan bir siyasal yapı inşa eder. Bu çelişkinin mahiyeti nedir? Uygarlık süreci ile birlikte toplumsal ilişkilere artık tahakküm ve sömürü dayatılmıştır. İnsan ilişkilerinin egemenliğe ve sömürüye konu edilmesi, her tür yabancılaşmanın da temelidir. Bunu, daha erken bir aşamaya, yani proto-uygarlık da denilebilecek hiyerarşik ata-erkil döneme kadar götürüp dayandırabiliriz. Ata-erkil aile yapısı içinde erkeğin kadın üzerinde, yaşlıların gençler üzerinde kurduğu ilişki düzeneği uygarlık sürecinin de ilk tohumlarını ekmiştir. Uygarlık süreci esasen de toplumda hiyerarşik, sınıflı ve iktidarcı zihniyet ve ilişki sistemini kurumlaştırmıştır. Devlet, bu kurumlaşmanın toplam ifadesi oluyor. Dolayısıyla toplumda kurulan egemen ve sömürücü ilişkilerin gizlenebilmesi için gerekli olan doğal ve toplumsal hakikatin saptırılmasıdır. Yani bunun için bin bir türlü yalanın üretilmesi gerekir. Yalan ve saptırma olmaksızın, insan ilişkilerinin egemenliğe ve sömürüye ikna edilmesi mümkün değildir. Örneğin bu dönemin yaratılış öykülerine bakalım. Bu öykülerde kadının erkeğin kaburgasından, insanın ise tanrının dışkısından yaratılması, uygarlık süreci ile oluşan toplumsal ilişkileri yansıtması bakımından oldukça çarpıcı bir örnek değerindedir. Bunun üzerine bir paradigma ve zihniyet inşa edilmektedir. Neden buna gerek duyulmaktadır? Çünkü toplumda sınıflı ve iktidarcı ilişkiler oluşmuştur. Bu durumda en gerekli olan, doğal yaratılışın saptırılmasıdır. Toplumda tüm olup bitenler, artık var oluşun bir kaderi ve ilkesiymiş gibi doğa dışı olay ve anlatımlarla izah edilmek durumundadır. Gerçekte ise iktidarcı ve sömürücü ilişkilerin doğada asla bir karşılığı yoktur. Öyle ise bu doğa dışılığın kabul edilebilir olabilmesi için doğal olayların doğa dışı anlatılarla bezenmesi gerekmektedir. Tüm bir uygarlık tarihi ve ideolojisi bu tür anlatı ve çarpıtmalarla doludur.
Görüldüğü üzere toplumsal ilişkilerde ve zihniyette gelişen yabancılaşma, doğal yabancılaşmanın da ön koşuludur. İnsanın insan üzerindeki egemenlik ilişkisi oluşmadan, insanın doğaya egemen olması gerektiği fikrinin de oluşması mümkün görünmemektedir. Ötekileştirilen insan, artık ötekileştirilen doğa olacaktır.
Bu paradigma üzerinden gelişen uygarlık tarihi, boydan boya fetihçi, kanlı ve yıkıcı geçmiştir. Buna rağmen ekolojik sorunun esas ağırlaştığı dönem kapitalist aşamadır. Her ne kadar tüm bir uygarlık tarihi ekolojik yıkımın zihni parametrelerini şekillendirmiş olsa da, fakat yine de insan, tarihin hiçbir döneminde bugünkü kapitalist modernitede olduğu kadar doğal ve toplumsal dünyanın karşıtı haline getirilmiş değildir. Kapitalizm öncesi toplumlar, yaşadıkları tüm olumsuzluklara rağmen yine de doğal çevreyle iç içedirler. Bu dönem toplumlarında tarım ve ziraat başat olan bir üretim ve geçim kaynağıdır. Savaşlar nedeniyle yaşanan doğal ve toplumsal yıkımlar dışında doğrudan doğal çevreyi yıkıcı bir faaliyet de hemen hiç yoktur. Özellikle kapitalist dönem ile birlikte, işte "sanayi devrimi" denilen olaydan sonra giderek tarım ve ziraat yaşamından bir kopuş yaşanır. Endüstriyel üretim ve bu üretim etrafında şekillenen şehir toplumunun başat hale gelmesi ile kır yaşamından kent yaşamına doğru bir akış başlar.
Şimdi bu maddi-toplumsal gelişmeyi bir yana bırakalım. Öncelikle görmemiz gereken yan kapitalizmin zihniyet dünyasıdır. Bu zihniyet dünyası anlaşılmadığı sürece, yaşanan çevre sorunlarının neden bu kadar ağrılaştığı sorusunun doğru bir izahını da yapamayız. Kapitalizm öyle bir zihniyettir ki, herkesi herkesle savaştırdığı gibi, tüm bir toplumu da doğa ile savaşır hale getirir. Son kertesine kadar doğal kaynakların talan ve tüketimini, piyasa kuralının ve toplumsal yaşamın tek geçerli eyleminin meşru kaynağı yapar. Kapitalizmin piyasa dünyasında tek geçerli slogan, "ya büyü, ya da öl”dür. Bunun için bu zihniyetin tek bir amacı vardır; azami kar kanununa dayanan sınırsız sermaye birikimidir. Kuşkusuz bu sınırsız sermaye birikiminin varlık koşulu, kopmaz bir bağ ile ona eşlik etmekte olan sınırsız bir değer ve kaynak tüketimidir.
Son dört yüzyıllık dönem içinde dünyamıza egemen olan bu sınırsız birikim-tüketim denkleminin elbette ki dünyamıza çıkardığı bir maliyeti, bir faturası olacaktır. Son iki yüzyılda ise kapitalizmin bilim ve teknolojinin istismarı olarak geliştirdiği bir ideoloji olan endüstriyalizm, çevreyi yutan tam bir canavara dönüşmüştür. Toplumsal ihtiyaçlar ve çevre gözetilmediğinden, sadece kar ve sermaye birikimi güdüldüğünden, sınaî devrimi ve üretimi denilen olay da, kapitalizmin elinde çevre ve topluma karşı tam anlamıyla bir karşı-devrim niteliği kazanmıştır. Sadece çevre konusunda vereceğimiz birkaç örnek bile bu değerlendirmeyi fazlasıyla doğrulayacaktır.
Özellikle bilim-teknik devrimin doğrudan bir sonucu olan “sınaî devrimi” ardından geliştirilen üretim ve ulaşım teknolojisinde kömür, petrol, doğal gaz gibi fosil yakıtların aşırı düzeyde kullanılması sonucu atmosferde oluşan karbondioksit tabakasının küresel ısınmaya neden olması; fabrika ve nükleer reaktörlerden arta kalan kimyevi atıkların neden olduğu hava, su ve çevre kirliliği, her tarafta biriken çöp yığınları, yine kanser gibi büyüyen kentleşme, yeşil ve ormanlık alanların tahrip edilmesi, aşırı nüfus çoğalması, çevre kirliliği nedeniyle bir dizi hayvan ve bitki türlerinin yok olup gitmesi, ozon tabakasının delinmesi gibi doğal dengeyi rahatlıkla tahrip edici nitelikte olan sorunlar, insanlığın var oluşunu toptan tehdit eden çevre sorununun sadece birer sembolik göstergeleridir. Yine insan sağlığı, biyolojik ve fizyolojik geleceği açısından ciddi anlamda bir tehdit sorunu olan bitkilerin ve gıdaların organik yapılarına yapılan müdahaleler sonucu suni, hormonlu ve sentetik gıdaların üretimi, seri ve doğal olmayan fermantasyon işlemleri ve daha da sıralayabileceğimiz bir dizi kötü uygulama göstermektedir ki, organik yaşam adına ne varsa her şey sadece ve sadece hegemonyacı kapitalizmin kâr ve kötücül emellerinin kurbanı yapılmaktadır. Dahası, her açıdan yaşanan makineleşme çağı ve teknolojik planda yaratılan aşırı yığınlaşma, bu yığınlaşmanın sağladığı kimi kolaylıklar yüzünden insani yaşamın kendisi dahi giderek asli özelliğinden koparılıp sanal bir düzeye indirgenmektedir. Böylelikle sadece doğal çevre değil, onunla birlikte insani gerçeklik ve tüm insanlık doğası da tahrip edilmektedir.
Demokratik Ulus’un Ekoloji Politikası
Demokratik ulus, günümüz kapitalist modernitenin yürüttüğü toplum-kırım ve çevre-kırım politikasına karşı ulusun ekolojik ve demokratik boyutta kendisini yeniden örgütleyerek ekolojik topluma dönüşüdür. Demokratik ulus, kapitalist modernitenin siyasal bir yapılanması olan ulus-devlete karşı toplumu devlete bağlamayan, devlet dışı demokratik yapı ve birimlerde toplumun örgütlendiği alternatif bir uluslaşma modelidir. Alternatif bir uluslaşma modeli olması bakımından demokratik konfederal, ekolojik-ekonomik ve eko-endüstriyel toplum boyutunun üçlü sac ayağı üzerinden kendisini yeniden inşa etmeyi amaçlayan bir ulus örgütlenmesidir.
Buna göre demokratik ulus, eko-topluluk yaşamına dayalı bir toplumsal-siyasal sisteme ulaşmak üzere kendi ekoloji-politikasını geliştirir.
Eko-topluluklar düzeyinde demokratik ulus örgütlenmesinin politik sistemi, demokratik konfederalizmdir. Demokratik ulus bağlamında merkeziyetçi, otoriter bir hiyerarşiye dayanmayan, yerel meclisler ağıyla halkın doğrudan politikaya katıldığı politik bir sistem olmaksızın özgür ve dolayısıyla da ekolojik bir toplum anlayışına ulaşılamaz. Bu bakımdan demokratik konfederalizm, her yerleşim biriminin köy, kasaba ve kentin özerk yerel yönetimine kavuştuğu, doğrudan demokrasi usulüyle halkın politikaya katıldığı, geri çağrılabilir yöneticilerini seçtiği, kısacası kendi kendini yönettiği, toplumun komün, meclis ve ocak gibi birimlerde yaygınca örgütlendiği, bu temelde yerel, bölgesel ve ulusal çapta federe ve konfedere birimlerden oluşun demokratik ulusun geniş anlamdaki ağ örgütlenmesidir.
Demokratik-konfederal sisteme dayanan demokratik ulusun her özerk iradi birimi, aynı zamanda bir eko topluluktur. Bir köy, bir kasaba, bir kent yerleşim birimi rahatlıkla bir eko topluluk olarak tasarlanabilir. Burada önem taşıyan bir konu şematik bir eko-topluluk anlayışına düşmemektir. Doğal sınırları zorlayarak her bakımdan tek biçimci olan bir eko-topluluk esprisine ulaşmak ne mümkündür, ne de bu tanımlama ile böyle bir şey kastedilmektedir. Eko-topluluk ile kastedilen "toprağa bağlı, doğaya saygılı, çevreyle özdeşleşen, doğanın bir parçası olduğunun bilincinde olan, doğaya ekonomik bir kaynak olarak değil, kutsallık taşıyan bir şey olarak bakan", kendi içinde özgür, eşit, demokratik ve simbiyotik ilişkilerin/ paylaşımcılığın esas alındığı bir yaşam düzenidir. Eko-topluluklar doğal dengeyi gözeten, kendi kendine yeterliliği ve ihtiyacı esas alan ahlaki-politik toplumun yaşam birimleridir.
Bu anlamda demokratik ulus, eko-topluluklardan oluşan bir toplum düzenidir. Burada eko-birimler, toplum ile çevresi arasında yaşanan dengesizliği aşmada optimal birimler olarak düşünülmelidir. Gerçekten de eko-birimlerden oluşan bir toplum ve yaşam düzenine erişilmeden mevcut toplum-doğa dengesizliğinin giderilebilmesi biraz zor görünmektedir. En başta da toplumun kendisinin bir dengeye kavuşması gerekmektedir. Bugün toplum ile birey, kadın ile erkek arasında yaşanan uçuruma bakılacak olursa, öncelikle toplumun bir dengeye kavuşmasına ihtiyaç bulunmaktadır. Dengesiz toplumsal ilişkiler, dengesiz toplum ve doğa ilişkileri demektir. Kendi içinde sağlıklı olmayan bir toplum, doğal dünya ile de sağlıklı ilişkiler kuramaz. Örneğin toplum aleyhine çığırından çıkmış kapitalist bireyciliğin (doyumsuzluğun) bugün toplum ve doğayı nasıl yuttuğu fazlasıyla açığa çıkmış durumdadır. Bu yüzden demokratik ulusta, dengeli toplum anlayışı esastır. Ne bireyi yutan geleneksel katı toplumculuk, ne de toplum-kırıma dönüşen bireycilik, her iki uç da ilkesel olarak reddedilir. "Özgür birey-özgür toplum" diyalektiği temelinde birey ile toplum arasında optimal denge gözetilir ve buna ulaşılmaya çalışılır. Bu anlamda kendi içinde özgür ve dengeli ilişkilere kavuşmuş olan bir topluma ulaşıldığı oranda doğa ile toplum arasında bir denge yakalanılır anlayışını ön koşul sayar.
Günümüzde her şeyin ekonomizme indirgendiği, doğayı en fazla tahrip eden anlayışın bu olduğu dikkate alındığında, demokratik ulusun ne tür bir ekonomik anlayışa dayandığının anlaşılması konumuz açısından oldukça önem taşır. Ekolojik-ekonomik toplum boyutu, daha genel boyutta bir kavramlaştırma olmakla birlikte demokratik ulusun ekonomi politikasının esasını oluşturur. Bir toplumsal beslenme faaliyeti olması bakımından ekonomi, asla kar güdülen bir alan haline getirilemez. Bunun için kar mantığını, ihtiyaç dışı birikimi toplum ve doğa karşıtlığının temeli sayar. Ekonomi, toplumun ve eko-birimlerin bir öz faaliyeti olarak örgütlendirilir. Buna göre tüm ekonomik faaliyetler, ihtiyaç ve çevre dengesi gözetilerek yürütülür. Üretim ve tüketim dengede tutulur, bunu da ekolojik dengenin korunması esasına bağlar. İsrafçı ve tüketici olmayan, maneviyatın güçlü olduğu bir yaşam hedeflenir. Doğa en temel beslenme kaynağı olarak görülür. Fakat ekonomik bir kaynak olarak asla yaklaşılmaz. Endüstri ret edilmez, ancak toplumsal ihtiyaç ve ekolojik sınırlar koyularak ekolojikleştirilir. Eko-endüstriyel üretim ile organik tarım şekilleri esas alınır ve her ikisi arasında da bir dengeye ulaşılır. Bu anlamda kent ve kır toplumu arasında yaşanan dengesizliğin aşılması amaçlanır.
Demokratik ulusun ekolojik boyutu kapsamında önemle değerlendirilmesi gereken bir yan da nasıl bir kalkınma politikası izlenilebilir sorusu olmaktadır. Demokratik ulus, ulus-devletin bölgeler arası eşitsiz, sadece ekonomik ve teknolojik plana indirgenmiş, doğal kaynakları yok eden, rekabeti esas alan ve güç olmak dışında bir parametresi olmayan, her halükarda çevreyi batıran 'kalkınmacılık'ına (!) karşı, ekolojik dengeye zarar vermeyen, ulusun komple ve dengeli gelişimine dayalı gelişkin toplum ölçütlerine ulaşma amaçlı sürdürebilir bir kalkınmayı esas alır. Sürdürülebilir bir kalkınmanın koşulu, topumun ihtiyacına göre doğal rezervlerin yerinde ve dengeli kullanımına dayanıyor olmakla birlikte, daha çok da yenilebilir kaynaklarla bağlantılıdır. Günümüzün üretim, ulaşım ve iletişim teknolojisinde kullanılan enerji kaynaklarının hem sınırlı, hem en fazla çevreye zarar veren yapıda olması alternatif enerji kaynaklarını bulma arayışını hızlandırmıştır. Yaygın bir şekilde kullanılmasa da örneğin güneş enerjisi, rüzgar enerjisi, jeotermal enerji, biyo-kütle ve biyo-yakıt enerjisi gibi hem yenilebilir, hem doğaya hiç zarar vermeyen özellikteki enerji kaynakları önemli bir alternatif oluşturmaktadır. Dolayısıyla demokratik ulus bünyesinde bu tür enerji kaynaklarının kullanımı temel alınabileceği gibi bu amaçla alternatif arayış, plan ve projeler geliştirilir, süreklileştirilir.
Çevreyi yutan endüstriyalizm canavarının adeta bir ikizi durumunda olan diğer bir canavar da artan oranda büyüyen kentler olmaktadır. Kanser gibi büyüyen kentsel alanlar, örneğin megapol (dev şehir) denilenleri, 20 milyona varan nüfusları ve ona eşlik eden betonlaşması ile çevreyi yuttukça şişen dev bir canavarı andırmaktadırlar. Her şeyi ile ekolojik dengeye zarar veren bu kentsel alanlar nasıl sınırlandırabilir? Bu konuda ciddi alternatif projelerin geliştirilmesine ihtiyaç olduğu açıktır. Öte taraftan yerleşik yaşama geçişten beri insanlığın önemli bir tarihsel zamanının yaşam mekânları olan köy birimleri, daraltıcı politikalar yüzünden oldukça önemsiz birer yaşam alanına dönüştürülmüştür. Bu dengesiz yerleşim sorununa karşı da demokratik ulus esasına dayalı alternatif bir politika geliştirilir. Buna göre kent ile köy arasında bir dengenin yakalanması amaçlanır. Bunun için anormalin üzerine çıkmış şehir yığınlaşması normal bir seviyeye getirilir, yaşanılabilir alanlara dönüştürülür. Aşırı betonsu yapılar olmaktan çıkarılır, ekolojik yaşama uygun hale getirilir. Kent yaşamı asla önemsiz kılınmaz ancak kır yaşamı ile bir dengeye çekilir. Kır yaşamına doğru tersinden bir akışın sağlanması doğrultusunda teşvik edici çabalar yürütülür. Bu teşvik edici çabalar şüphesiz sadece "toprak anaya dönüş" gibi romantik bir slogan düzeyinde tutulmaz. Bunun için somut plan ve projeler geliştirilir. Modern ve alternatif köy projeleri inşa edilerek, doğallığında bir gizemi olan kır yaşamı daha da çekicileştirilir. Kır toplumunda canlandırıcı faaliyetler geliştirildiğinde, kır ile kent arasında imkânlar dengeli paylaşıldığında var olan dengesizlik de doğallığında sönüp gidecektir.
Kentsel sorun demek, aynı zamanda bir nüfus sorunu demektir. Aşırı nüfus yığınlaşması ciddi bir eko-dengesizlik anlamına da gelmektedir. İnsan türünün bu kadar yığınlaşması, hiçbir türün ulaşmadığı seviyede dünyayı istila etmesi, dengesiz nüfus çoğalmasının boyutunu göstermektedir. İnsani boyut açısından çoğullaşma-anlamsızlaşma denkleminde cereyan eden bu sorun, sistemin körüklediği bir sonuç olmaktadır. Bu soruna karşı mücadele etmek demokratik ulusun örgütlenmesinin önemli politik hedeflerindendir. Anormal nüfus artışının önüne geçmek için nüfus planlamasından tutalım, toplum düzleminde eğitici, bilinç kazandırıcı çabalar ile birlikte ahlaki ve manevi ölçütlerin geliştirilmesi ve böylelikle öz bilinciyle kendi kendini otokontrole alan bir toplum düzeyine ulaşılması amaçlanır.
Bu genel esaslar temelinde ekoloji politikasının çerçevesini oluşturan demokratik ulus, anti-ekolojik nitelikte olan tüm anlayış, zihniyet ve yapılara karşı mücadele etmeyi ve buna karşı toplumu ekolojikleştirmeyi ekoloji politikasının temel ilkesi, prensibi sayar. Şüphesiz toplumu ekolojikleştirmek, bir toplumsal inşa süreci olduğu gibi en temelde bir zihniyet çalışmasıdır, bir toplumsal zihni aydınlama sürecidir. Bu temelde "ekolojik bilinç, en temel yaşam bilincidir" prensibinden hareketle toplumu bilinçlendirir. Bu amaçla eğitim müfredatı oluşturur. Toplum bünyesinde ekolojik kurumlaşmalara gider.
Tüm hayvan ve bitki örtüsüyle doğal alanların korunması, adeta ağaçlandırılmamış tek bir yerin kalmaması esprisiyle ormanlaştırma kampanyalarının geliştirilmesi, bu konuda her tür olanağın yaratılması, teşvik edici çabaların sürdürülmesi ekolojik-toplumsal yaşamın ahlaki ve politik ölçütlerinin bir gereği olarak görür.
Ülke ve ulus düzleminde ekolojik sorunlarla mücadele, aynı zamanda var olan dünya sorunlarını çözüm mücadelesidir. Çünkü başta ekolojik olmak üzere neredeyse tüm sorunlar küreselleşmiştir ve ancak küresel boyutta nihai bir çözümüne varılabilir. Bunun için yerel ve küresel boyutta ekolojik mücadele yürüten tüm hareket, yapı ve şahsiyetleri destekler, dayanışma içinde olur.