KRİZ YARATMAYANLAR
22 Nîsan 2012 Yekşem
Oysaki toplumun kendi başına sorun ürettiği pek görülmemiştir. Sistemler birer makine gibi sorun üretmiş ve üretmeye de devam ediyor. Çeşitli kriz dönemlerini de üreten sistemin kendi çarkları olmaktadır.
İSA
İnsan yazının başlığını görünce heyecanlanıp tez elden kimdir bu kriz yaratmayanlar diyesi geliyor. Yaşadığımız çağ neredeyse günlük krizler yaratacak potansiyel taşıdığından bir anlık ta olsa böyle düşünmek garip değil. Sonrasında krizi yaratmayanları değil asıl krizi yaratanları ve sorumlularını yakalayıp hesap sormak istiyor insan.Öncelikle, çevrecilik ile derin ekolojinin nasıl karşı karşıya konumlandıklarına kısaca değinmek gerekiyor. Çevrecilik kendisini temelde insan merkezli bir görüş olarak tanımlıyor. Derin ekoloji (biyomerkezci kavramıyla)ise kendisini doğa merkezli bir düşünüş olarak çevreciliğin tam tersi olarak tanımlar. Yabani doğayı merkez alan bu düşünüş şekli evrimsel süreçle ortaya çıkan farklılıkları göz önünde bulundurmadan, canlı cansız her şeyi eş değer sayarak doğa ile yaşanan yabancılaşmanın ortadan kalkabileceğini savunur. Derin ekoloji savunucuları derin ekolojistler doğayı “yabani doğayı” yüceltme eğilimi taşırlar. Derin ekolojistler yaşanan ekolojik krizin sorumlusu olarak ta insanları, genel bir tabirle toplumun genelini sorumlu tutarlar. Oysaki toplumun kendi başına sorun ürettiği pek görülmemiştir. Sistemler birer makine gibi sorun üretmiş ve üretmeye de devam ediyor. Çeşitli kriz dönemlerini de üreten sistemin kendi çarkları olmaktadır. Fakat yukarıdaki düşünüşe göre günümüzde yaşanan ekolojik krizden, kapitalist sömürü sistemi yerine, insanların tümü aynı derecede sorumlu görülüp ve aynı derecede suçlanmaktadır.
Burada gelişen, büyüyen ulus devletlerin programlı çalıştırdıkları nükleer santraller, her gün zehir üreten sanayi bacaları, en ucuz iş gücü peşinde koşan sömürücü fabrika patronları ile yaşamın günlük gel-giti içerisinde boğulmuş, karın tokluğuna iş-güç koşuşturmacısı ile beslenme ve konut derdinde olan, sıradan yurttaşlar arasına kocaman bir fark konulmalıdır. Bu fark çok belirgin ortaya konulmadan, ekolojik sorunların kaynağında tür olarak insanlar görüldüğünde bu çeşit, ekolojik sorunların toplumsal ilişkiler gerçeği otomatikman devre dışı bırakılmış olur. Böylece tek tek bireylere ve topluma uygulanan bunca sömürü, zulüm, baskı, asimilasyon, çeşitli soykırım yöntemleri, yine sınıf farklılıkları, cinsiyet ayrımı, egemenler ve olmayanlar arasındaki derin anlaşmazlıklar, yoksul ülkelerin göz göre göre açlıktan kırılan çocukları, devasalaşmış çok uluslu şirketler ve kar ortaklıkları hepsi birden aynı kefeye konulmuş olacaktır. Böylesi bir yaklaşım ile ekolojik sorunların kaynağı ve sorumlusu insanlar görüldüğünde sorun homojenleştirilmeye çalışılacaktır. Buda, masumiyetin temsilcisi ezici halk çoğunluğunun öfkesini kabartmaktan öteye bir işe yaramayacaktır.
Bu satırlarda doğup büyüdüğüm coğrafyada yaşanan, inanç ve kültürel artılardan örnek vermeden geçmek istemiyorum. Çocuk yıllarımda tanık olup anlamlandıramadığım (ileri yaşlarımda anlayacağım)ancak büyüklerimle birlikte aynı değerleri yaşayıp, paylaşmaktan da geri kalmadığım gönüllü bir uyumum vardı. Dar çevremde bazı hatırı sayılır kâmil insanların davranışlarına tanık oluyor ve de gözlemliyordum. Bizim oralarda yaş (canlı) bir ağaç kesilmek istendiğinde önce onunla konuşulurdu. Adeta ikna edilmeye çalışılır, gönlü alınır, içten derin üzüntüler belirtilirdi. Devamında, onu kestiğinde ne tür acil bir ihtiyacı için kullanacağı ve zorunlu ihtiyaç olmasaydı kesilmeyeceği anlatılıyordu ağacın kendisine. Tabi bütün bunlar kendi anadilimizde yapılırdı. Benim şu satırlarda yaptığım gibi yabancı bir dil kullanılmazdı. Hatırımdadır kesilen ağaca karşılık, mevsim baharı gösterdiğinde ya yeni ağaçlar dikilir ya da bazı ağaçlar aşılanarak yeri bir nebzede olsun doldurulmaya çalışılırdı. Bir diğer tanıklığım durgun veya akarsuyun hiç biri kirletilmezdi. Suyu kirletmekten önemle kaçınılırdı. Geleceğin kuşakları çocuklarda bu kültür, bu ahlak ve terbiye ile yetiştirilirdi. Kirletmekten kastım suya bir avuç kuru toprak atıp suyun berraklığını bulanıklaştırmakta kirletmekten sayılırdı. Suyun her daim temiz ve duru olmasına önem verilir, özen gösterilirdi. Yine güneşe, aya yüzü dönük hiç kimse en kızgın hallerinde bile birbirine en ufak kötü bir söz söylemezdi. Ve analarımız en kutsal varlıklarımız. Ayaklarımız fazla büyümesin diye gizlice sabahın ilk ışıklarında çok sessiz okuduğu dualarıyla birlikte bir parça kuru ağaç dalını bostana gömerdi. Bununla ulaşılmak istenen asıl amaç bostanda toprağa gizlediği ağaç dalı kadar ayaklarımızın büyümesiydi. Çocuklarının kocaman, ölçüsüz ayaklara sahip olmaması için böylesi bir inanç sistemi ve yöntemi uyguluyorlardı. Tutup tutmadığının yorumunu okuyucuya bırakıyorum. Fakat tuttuğunu en az kendimden biliyorum.
Birkaç kısa örneklemeden sonra o zaman derin ekolojistlere sormak gerekir. Doğayla bu kadar iç içe olan Kürdü ve Kürdün coğrafyasını incelediler mi acaba? Toprağa, suya, havaya ve daha genel bir deyimle gözünün gördüğü ve hissettiği çevresine (doğasına)bu kadar duyarlı olan ve bu kadar etik davranan bir halk, nasıl olurda ekolojik krizin sorumlusu tutulur? Sıraladığımız ve pek çoğunu da sıralamadığımız, ekolojik krize sebep bunca olumsuz faktörün yanına bu halk ve bu halk gibi ahlaki, politik değerler taşıyan insanlar nasıl aynı kefeye konulur? Homojenleştirme dediğimiz olayda işte en masum halkların, insanların, diğerlerinin yanına konularak nasıl olsa hepsi neticede insandır demekten geçmektedir. Yanlışlığın büyüklüğü de nede olsa kriz insanlar eliyle yaratılıyor deyip bu kadar önemli S.O.S veren bir durumu bütün insanların eseriymiş gibi görüp, düşünmenin temelden yanlışlığıdı.