KÜLTÜREL DİRENİŞ-I
06 Hezîran 2012 Çarşem
Kültürel soykırımla halkların toplumsal değerleri talan ve gaspa uğratıldı. Yabancılaştırma ekseninde kendine mal edildi. O halkı ayakta tutabilecek yapısallıklar parçalandı, yasaklandı, suç sayıldı, haram kılındı.
Abdullah ÖCALAN Sosyal Bilimler Akademisi
İnsanın diğer canlılardan en temel ve can alıcı farkı, kuşkusuz ki kültürel yaratım yeteneğinde oluşudur. Bir diğer tanımlamayla ikinci doğanın kendisi oluşudur. İkinci doğa insanın toplumsallaşma süreci anlamına gelir. Zaten insanı diğer canlılardan ayıran temel nokta onun toplumsallaşmasını yaratmak suretiyle yaşıyor oluşudur. Birinci doğa bir bütün tüm evrenin oluşum ve gelişim kurallarını oluştururken, ikinci doğa kendisini insan şahsında bunun içinde var eder. İkinci doğa aynı zamanda toplumsal tarihin başlangıcıdır. Evren tarihi ise birinci doğanın başlangıcıdır. Bu yanıyla toplumsal tarih sıkça kullanıldığı üzere, yazılı tarihle başlamaz. Aksine yazılı tarih insanın tür olarak farklılaşmaya ve kendine ait kültürünü yaratmaya başladığı daha ilk topluluk düzeyinden başlayarak süregelen tarihte sadece bir sayfadır.
Birinci doğa içerisinde insan kendi doğasını(topluluk, toplumsallık)oluştururken toplumsallığı oluşturan yapısallıklar ve bu yapısallığın içeriğini oluşturan anlamsallıklarınbaşlangıç serüveni aynı zamanda kültürün da genel olarak ortaya çıkışı anlamına gelir.
Gökyüzü kadar duru ve berrak bir yaşamın her gün yeni icatlardan kaynağını alan heyecanın kendisini özgürce ifade ettiği,hayal ve masal cennetlerinin gece yarılarına dek sadece çocuklara değil var olan insan topluluğunun bütün üyelerine şiir tadında anlatıldığı bir dönemdir başlangıç. Ne özne ne de nesne ayırımının emaresinin bile insan belleğinde ve yaşamında olmadığı zamanlardır. Uyum kültürü tastamam birinci doğanın karakterine uygun olarak sürmektedir.
Binlerce yıl sonra masallara ve hayallere cennet arayışının ana temaları yüklenmeye başlandı. Çünkü artık ikinci doğanın bağrında birinci ve ikinci doğayı, kendi emrinde olması gereken, tanrısal bir lütuf olarak gören iktidarcı, bireyci, kent-devletçi zihniyetin kültürü, hilesi, kurnazlığı ve despotluğugelip insan yaşamının tepesine kuruldu. Toplumsal hastalıkların, acıların, kederlerin, kölelik ve kulluğun insan yaşamına hem kavram hem argüman, hem de dil ve üslubuyla gelip musallat olma tarihi de işte bu zamanlarda anormal doğumunu yaptı. Bir başka deyişle insanlığın kültür yaratım serüveni iki kola ayrıldı. İlki ve en uzun tarihe sahip olanı neolitik kültürdü. İkincisi ise birkaç binyıllık ömre sahip kent-devletçi iktidarcı kültürdü. Bu aynı zamanda insanlığın kültürel alanda yarattığı değerlerin ve onu dile getiren dil, edebiyat, sanat ve her türlü yaşamsal etkinliklerin renginin, karakterinin, öz ve biçiminin başka güzergâha saptırılmasıydı. Olanda buydu. Ne gerekli nede zorunlu olan devletçi kültür, gerçekte insanın toplumsallık tarihinde bir zihinsel sapmaydı. Dayatarak, zorlayarak, entrika ve kıyımlara başvurarak toplumsallaşma tarihinin gidişatı önünde bir leviathan olmaya başladı. Toplumsallaşma tarihinin yerine devletleşme ve iktidarlaşma kültürünün tarihi başat kılınmaya çalışıldı. Yaşam tercihi ikiye ayrıldı. Keskin ve zorunlu ayrışım. İnsanların yaşam tercihlerinin kendi doğasında akmaması içindevletçi zihniyet tarafından her türlü çaba yürütüldü. İnsanlığın yaratımı tüm değerler hor görülmeye, ilkel ve basit sayılmaya, dün adına, geçmiş adına her şey harabeye döndürülmeye, ne varsa şimdide aranmaya, yarına ise bir şey bırakmaya anlam ve gerek kalmadığına dair hükümlerin cazip kılınmaya başladığı zamanlar, insanlığın dünyasında deprem ayarında gelgitlerini kurdu.
İnsanlar hakikati tanımaya, anlamaya çalışırken kent devletçi kültürün bir karabasan gibi toplumsallığı emrine koyması,beraberinde yeni bir arayışı da ortaya çıkardı. İnsanlar hakikat arayışına yöneldi. Zira yaşam ve insanlık adına her şeyin kurnazca ve vicdansızca ters yüz edilmesi; fiziki kırımlarla, kıyımlarla, taş üstüne taş bırakmama, insanlığın yarattığı değerler üzerinde geliştirilen gasp, talan ve kendi tekeline alma bir kader tokası haline gelmişti. Ve teolojideki kader tokası gerçekte ana kadın etrafında şekillenen toplumsallaşma ve kültür yaratımının gerçek sahibinin kendisi olmadığının ve kaburganın bir kemiği olup artık özgür dünyasının sona erdiğinin mührüydü.
Bir yandan kültürleşme, kültürlenme süreci devam ederken öte yandan kültürel varlığı koruma kaygı ve kavgasının tarihi, işte kent devletçi kültürün ortaya çıkışıyla başladı.
Soykırım Dünyasına Geçiş
Kent devletçi zihniyet kendi kültürel inşasına yönelirken, topluma ait tarihsel toplum değerlerinin ele geçirilişini ve insanlaşma, toplumsallaşma tarihini hile ve zorbalıklakendisiyle başlatmayı iç içe yürüttü. Devletçi iktidarlar, biryandan kendi toplumunun tek ve yegane sahibi, yaratıcısı ve tarihin başlangıcı olarak kendilerini kurumsallaştırmaya, yani yapısallıklarını inşa etmeye çalışırlarken, öte yandan insanlığın zenginliği anlamına gelen farklı toplumların yapısallıklarını, anlamsallıklarını yerle bir etmeye, farklılıkları kendi uzantısı ve eki haline getirmeye büyük özen göstermişlerdir. ‘Geri-ilkel’ olana uygarlık ve soyluluk götürmek adı altında onların varlıklarını tarihten silmekle uğraşmak bir iktidar histerisi olmuştur. Bu uğraşta ulaşılan boyut, iktidar olmanın paranoya sınırlarının genişliği ve üstünlüğünü ölçmede temel veri olarak ele alınabilir.
Devletçi bir elitin kendi toplumu üzerinde acımasız ve eritici kültürel baskıya yönelişi, toplumu kendisine tebaa, kul, köle yapmayı amaçlamaktadır. Toplumun tarihi devletçi elitin tarihi olarak zihinlere kazınmak istenmektedir. Böylesi bir durumda tüm kültürel uğraşlar devletçi elitin iktidarının bekasına hizmet ekseninde olmalıdır. Ve bunu başaranlar devletin gözdeleri olarak onun güvencesinde ömrünü garantiye alabilirdi. Aksinde ise vay başa gelenlere… Bu durumda toplum devletin oyuncağı haline getirilir, alıklaştırılır. Her şeyi devletten bekleme davranış ve ruh halleri artık bu dünyada baskın olur. Devletlerin ‘çatlak’ dedikleri ve ayrıksı buldukları yaşamlara, kültürel farklılıklara tahammül kalmaz. Farklılık karşısında meydan okuma anlamındadır artık. Egemenlik psikozunun kendisi dışında varlık tanımama ve olası her varlığı da kendisi için ölümcül tehdit unsuru görme hezeyanı, tüm devlet kadrolarının politik uyanıklıklarının ölçütüdür aynı zamanda. İnsanın ruhsal dünyasında paranoya ve şizofrenin ana damarının kent devletçi iktidar kültürünün insanlık dünyasına girişiyle başladığı bir gerçektir. İktidar sahiplerinin arka plan yaşamlarındaki toplumsallığa ters tuhaflıklarının temelinde bu yatmaktadır. Çünkü uygarlaşma gerçekte insanın birbirini yemeye başlamasının adıdır. İktidarcı sistem kendisini kurumsallaştırdıkça, kendi sistemsel hastalıklarına, ruh hallerine, davranış biçimlerine, edalara, mimiklere, insani her şeye kendisini içerdi. Toplum sistemin içinde yaşadığı bunalımın, ruh halinin bir yansımasına dönüştü. Ve gerçekte toplumdaki tüm insani olmayan, toplumsallaşma ile çelişen psiko-sosyal davranış bozukluklarının, ahlaki çöküntüye denk düşen yaşam duruşlarının, özcesi kötü olan her şeyin tek yaratıcısı, sebebi, sahibi,efendisi sistemin kendisidir. İnsanların yaşam düzeyi devletin aynasıdır. Hapishaneler bir devletin korkularının ve kendi uygulamalarının sonuçlarıyla doldurulur yada doludur. Hukuk diye adlandırılan devletçi zihniyetin icadı, koruma kalkanı işleviyle sadece devletçi sistemi garantilemeyi hedefler. Devletlerde ahlak olmaz. Yerine hukuk diye soğuk taşlardan örülü bir duvar konulmuştur.
Devletin kendi toplumuna uyguladığı kültürel başkalaşım bununla sınırlı kalmadı. Devletleşmenin tarihiyle birlikte başka halklar üzerinde kültürel soykırımın çeşitli biçimleri uygulandı. Kültürel anlamda yapısallığı ve anlamsallığı daha güçlü toplumlar üzerinde fiziki soykırımla üstünlük kurulmak istendi. Söz gelimi Yahudiler. Ancak kendi kendisine yeterli durumdaki halklar üzerinde ise asimilasyonla başlayıp derinleştirilen kültürel soykırım, uzun vadeli ancak en tehlikeli ve dağıtıcı oldu. Kültürel soykırımla halkların toplumsal değerleri talan ve gaspa uğratıldı. Yabancılaştırma ekseninde kendine mal edildi. O halkı ayakta tutabilecek yapısallıklar parçalandı, yasaklandı, suç sayıldı,haram kılındı. Birey fiziksel olarak ait olduğu halk kimliği ayan beyan ortada da olsa, kültürel olarakdilde, davranışta, giyim-kuşamda, üslup ve hitapta, hayal ve gelecek ütopyalarının tasavvurunda egemen ulus devletinin derin izlerini yansıtır ve yaşar hale getirildi. Bu haliyle o toplum ve bireyler için varlık(ontolojik)sorunu başat oldu. Buna dünyadaki en çarpıcı örnek Kürtler gösterilebilir. Bütün toplumsal kurumları dağıtılmış, derin anlamsal parçalanmışlığa tabi tutulmuş, zihniyet yitimine uğratılmış, kültürel dünyası yasaklarla kısıtlanmış ve hor görülmelerle aşağılanarak gözden düşürülmüş, sahipsizliğe terk edilmiştir. Adı üzerinde bile varlık-yokluk tartışması yürütülür oluşu, kültürel soykırımın acımasızlığına en çarpıcı örnektir. Ve Kürtler kültürel soykırım tarihinin üzerinde denendiği, gerçekleştirildiği ender halklardandır. Kültürel soykırımın ret ve kabulleri dışında bir dünyanın arayışına girmenin bedellerinin ölümcül olduğu kendisine her fırsatta belletilmiştir.