BİR SOYKIRIM YÖNTEMİ OLARAK GÖÇERTME-II
19 Tebax 2012 Yekşem
Göçertme politikaları inkâr-imha-asimilasyon-köleleştirme ve talan yaklaşımının en önemli parçalarından birisi olduğundan dolayı coğrafya ve toplum üzerinde çok ağır ve telafisi mümkün olmayan tahribatlara, sorunlara yol açmaktadır.
1985 SONRASI DÖNEM:
Kürtlerin varlıklarını koruma mücadelesi, 1980 askeri darbesiyle durdurulmak bir yana gelişimi dahi engellenemez. Bu durum karşısında devlet, Kürtlere yönelik göçertme strateji, politika ve uygulamalarında bir takım değişikliklere gider. Göç konusunda 19.yüzyıldan 1985 yılına kadar gerçekleştirilen tüm uygulamalar harmanlanarak zamanın koşullarına uyarlanır. Yeni yöntemler ve araçlar da eklenerek ekonomik soykırım ve özel savaşın diğer enstrüman ve yöntemleriyle zenginleştirilmiş biçimde hayata geçirilmeye başlanır. Göçertme de amaç yine Kürt coğrafyasını Kürtsüzleştirmek ve Kürtleri “Türkleştirmektir”. Ancak bu sefer tam işgal ve sömürgeleştirme gerçekleştirilmek istenir. 1983 yılında iktidara gelen ANAP-Özal Hükümeti’nin özel savaş rejimi içerisinde göçertme politikası belirleyici bir yere sahip olur. Turgut Özal’ın daha sonra deşifre edilen ancak iktidarı döneminde fazlasıyla uygulamaya geçen özel bir göçertme planı vardır.
Kürt nüfusun bilinçlenmesi ve örgütlenmesi halinde devletin inkâr-imha-asimilasyon yaklaşımını ve buna bağlı politikalarını boşa çıkaracağını düşünür. Özal’ın hazırladığı planın merkezinde, köylerinin boşaltılması başta olmak üzere yaygın göçlerle Kürtlerin eritilmesi yer alır.
Bu plana göre; “En sorunlu kuşaktan başlayarak, dağlık bölgedeki köyler ve mezralar kademeli olarak boşaltılmalıdır. Sayıları 150.000 ile 200.000’i geçmeyen PKK destekçisi grubun dikkatli bir planlamayla ülkenin batısında yeniden iskân edilmesiyle PKK’nın lojistik desteği kesilmiş ve bu insanların hayat standardı yükselmiş olacaktır. Bu gruba iş bulmada öncelik tanınmalıdır. Dağlardaki yerleşim yerlerinin boşaltılması ile terörist örgüt izole edilmiş olacaktır. Güvenlik güçleri bu tip bölgelere derhal girmeli ve tam bir kontrol sağlamalıdır. Yöre insanlarının bölgelerine dönmelerinin önüne geçilmesinde, uygun yerlere çok sayıda baraj yapılması ayrıca bir alternatif olabilir. PKK‘nın lojistik desteğini kesmek için, yerel halk devlet saflarına kazanılmalıdır. Uzak dağ köy ve mezralarına yerleşmiş halk daha büyük yerleşim alanlarına gitmeye teşvik edilmelidir. Yöre insanının ülkenin batısına göç etme eğilimine bakılırsa, görülmektedir ki, gelecekte sadece 2-3 milyon insan bölgede oturuyor olacaktır. Eğer bu göç düzene sokulmazsa, sadece nüfusun göreceli olarak daha varlıklı bölümü taşınmış, fakir olanlar arkada bırakılmış olacaktır. Böylece bu alan daha da fazla anarşi için besleyici bir zemine dönüşecektir. Bunun önüne geçmek için, göç mutlaka devlet tarafından düzene sokulmalıdır. Batıda önceden belirlenmiş yerleşim yerlerine toplumun her kesimine mensup olanları içeren plânlanmış dengeli bir göç düzenlenmesi zarureti vardır.”
1985 yılında köylerin boşaltılmasına zemin olan bu planla bağlantılı olarak Özal, dağınık Kürt köylerinin merkezi köyler biçiminde birleştirilerek devlet kontrolünün sağlanmasını da savunmuştur. 1985 yılında Almanya ile anlaşmalar yapılarak devletin risk olarak gördüğü Bingöl, Elazığ, Dersîm, Maraş gibi iller olmak üzere birçok alandan Kürt gençleri ve aileler topraklarından kopartılarak Almanya’ya kitleler halinde göçertilir. Eski düzenlemeler güncelleştirilerek 1985 yılında Köy Koruculuğu yeniden örgütlendirilir.
OHAL ve köy boşaltmaların süreklileştirilmesi:
1987 yılında OHAL kanunu çıkarılarak Amed, Şirnex, Dêrsîm, Xakarî’ye ek olarak Çewlêk, Elezîz, Mêrdîn, Sêrt ve Wan da OHAL kapsamına alınırlar. Daha sonra Batman ve diğer Kürt illeri de eklenerek bu sayı 19 ile yükselir. 1990 yılında OHAL valiliğinin yetkileri daha da artırılarak Kürtlerin arazilerine ve mal varlıklarına da el koyabilmesi sağlanır.
285 nolu kanun hükmünde kararnameyle kurulan OHAL valiliğine yerleşim yerlerinin boşaltılması yetkisi de verilir. Bu kararnamenin 4(h) maddesi şöyledir: “Olağanüstü Hal Bölge Valisi güvenlik yönünden gerekli düzenlemeleri yapabilmek için geçici veya sürekli olarak görev alanı içinde bulunan köy, mezra, kom ve benzeri yerleşim birimlerini boşalttırabilir, yerlerini değiştirebilir, birleştirebilir ve bu maksatla gereken kamulaştırma ve diğer işlemleri re’sen ve ivedilikle yapabilir.“
OHAL ile birlikte 1987 yılından itibaren süreklileşen, planlı ve sistematik bir devlet politikası olarak Bölgedeki köyler boşaltılır. Boşaltılan köylerin sayısında her yıl artış olmasına rağmen en yoğunlaşmış ve hızlandırılmış köy boşaltmaları çatışmaların tırmandığı ve top yekûn savaşın hayata geçirildiği 1993-98 arasındadır.
OHAL Valisi Necati Bilican 1996 yılı itibariyle toplam 2,785 köy ve mezranın güvenlik güçlerince boşaltılmış olduğunu itiraf etmiştir.
Merkezi İngiltere’de bulunan KHRP’e göre, 1985’ten bu yana 3,000 köy ve mezranın boşaltılmış ve bunun sonucu olarak da 2,5 - 3 milyon insanın yerlerinden edilmiştir.
Cenevre İnsan Hakları Kürt Merkezine göre ise yaklaşık 4,000 köy yıkılmış ve 3 milyon civarında insan göç ettirilmiştir.
Diyarbakır Barosu; 1997 yılı sonuna kadar bölgede toplam 3211 köy yakılıp boşaltılmış olduğunu belirtip. Bunların yıllara göre dağılımı şu şekilde verir: 1989-1993 yılları arası 923 köy, 1994 yılı 1800 köy, 1995 yılı 195 köy, 1996 yılı 175 köy, 1997 yılı 118 köy boşaltıldığını belirtir.
Korucu olanlar dışında kalan çok az sayıdaki köy de daha sonraki yıllarda boşaltılmıştır.
Farklı görüşler olmasına rağmen 1985 yılından günümüze kadar yaklaşık 4000 civarında köyün yani köylerin tamamına yakınının boşaltılmış oldukları ve yaklaşık 4 milyon Kürt’ün yerlerinden edilerek birçoğunun Türkiye metropolleri ve muhtelif şehirlere göçertildiği ortaya çıkmaktadır. Kalan köyler ise ya devletle işbirliği halinde olan ağaların tekelinde, ya koruculaştırılmış veya çoğunluğu devlet tarafından sonradan getirilip yerleştirilmiş; Kürt olmayanların yaşadıkları köylerdir.
Devlet boşalttığı köylerin yerine köy-kent, merkez köy gibi projeler hayata geçirip bu insanları tam kontrolünde tutmak istemiştir. Ancak Bölge halkı bu uygulamaları kabul etmeyerek yoksulluk ve yoksunluk içinde de olsa kendi uygun bulduğu alanlarda yerleşmiştir.
1985 yılından sonra Bölgedeki şehirlerin boşaltılması politikalarına da hız kazandırılmış; ekonomik, siyasi, hukuksal zor yanında açık şiddet yöntemleri de kullanılmıştır.
18 Ağustos 1992 tarihinde Şırnak kentinin kuşatılarak bombardımana tabii tutulması sonucunda, evlerini kaybeden 18 bin insan kenti terk etmek zorunda kalmıştır. Şırnak Valisi Mustafa Malay askerlerin bu saldırıyı gerçekleştirdiğini itiraf etmiş, Cumhurbaşkanı Özal ise Şırnak halkının harabeye dönen kenti terk ederek Türkiye’nin batısına göç etmesini teşvik etmiştir.
Şırnak katliamının ardından Kulp, Silvan, Lice ve Varto şehirlerine yönelik saldırılar da gerçekleşir.
1985 yılında başlatılan ve sonraki yıllarda sistematize edilen Kürt köylerinin boşaltılması kampanyasında; yasa-asker-korucu ve özel timlerin baskıları, korucu olmalarını dayatma, yayla yasakları, sivil halka yasak askeri bölge uygulamaları, ormanların ve ekili arazilerin, evlerin ve maddi değerlerin yakılması, köylerin ağır silahlarla vurulması, gıda ambargoları, faili örtülü cinayetler, tutuklamalar, köylülere fiziki ve psikolojik işkence gibi yöntemler kullanılmıştır.
Şehirlerde ise yoğun tutuklamalar, faili örtülü cinayetler, devletin silahlı güçlerinin baskıları başta olmak üzere tüm OHAL uygulamaları hayata geçirilmiştir.
Zorla ve açık biçimde göçertme yöntemi yanında halkın can güvenliğinin kalmaması, yer altı-yer üstü doğal zenginliklerin devlet tekeline alınması, ekonomik faaliyetlerin çökertilmesi, ayrımcılığın devlet politikası olarak benimsenmesi ve uygulanması da Kürt göçünü hızlandıran faktörler olmuştur.
19 yüzyıldan 1985 yılına kadarki dönemlerde de Kürtlerin yaklaşık üçte birinin göçertildiği bilinmektedir. İç Anadolu’ya sürülen Kürtler bu konuda en çarpıcı örnektir. Araştırmalara göre Konya’nın Cihanbeyli, Yunak, Yenice oba, Kulu ilçeleri ve bu ilçelere bağlı köylerin yaklaşık yüzde doksanı, Ankara’nın Haymana, Polatlı, Şereflikoçhisar ve Bala ilçelerinde önemli bir sürgün Kürdü kitlesi vardır. Kırşehir’in merkeze bağlı köylerin yarısına yakını, Çiçekdağı kazasına bağlı köylerin yarıdan fazlası, Boztepe kazasının yaklaşık yüzde sekseni sürgün Kürtlerindendir. Ayrıca Kaman ilçesinde de Pisiyan aşiretinin yaşadığı köyler vardır. Aksaray ilinde de Dersimin sürgün Kürtleri yaşarlar. Çorum, Tokat ve Amasya il sınırlarının kesiştiği bölgede de sürgün Kürtlerinin yaşadıkları köyler vardır. Katliamlardan arta kalan Kürtlerin bazıları da Manisa, Çanakkale, Uşak, Afyon gibi şehirlere dağıtılmışlardır.
1914’ten günümüze kadarki zaman diliminde Kürt nüfusunun yarısından fazlasının göçertildiği; bunların çoğunun belli dönemlerde ve ayrıca zamana yayılmış biçimde Türkiye’nin hemen her yerine dağıtıldığı, dağıtılanların da önemli oranda eritildikleri ortaya çıkmaktadır.
1925 yılından beri T.C. devletinin boşaltılan Kürt yerleşim alanlarına Balkanlar, Kafkasya ve Asya ülkelerinden göçmen getirip yerleştirme politikalarına 80’li yıllardan sonra da devam edilmiştir. Bu çerçevede Afganistan’dan, Azerbaycan ile diğer eski Sovyet cumhuriyetlerinden ve Bulgaristan’dan kalabalık sayıda gruplar getirilmiş; bunların çoğunluğu Wan, Erzîngan, Erzirom, Amed, Urfa gibi alanlara yerleştirilmiştir. En verimli araziler başta olmak üzere Bölge halkından gasp edilen değerler bu gruplara verilerek üstünlük sağlamalarına ve bu yolla devlet toplumu yaratılmaya çalışılmıştır. Ayrıca benzer uygulamalar Bölge’de daha eski geçmişe sahip olan Mardin, Urfa ve Sêrt’teki Arap toplulukları için de geçerli kılınmıştır.
2010, 2011 yıllarında bazı köylerin boşaltılması, Amed, Erzurum, Batman gibi şehirlere devlet görevlileri başta olmak üzere gruplar halinde Anadolu’nun iç ve batı bölgelerinden ailelerin getirilip yerleştirilmeleri, Wan depremi ardından halkın bölgeyi terk ederek Türkiye şehirlerine göç etmesinin dayatılması, TOKI siteleri gibi uygulamalar Kürt köyleri ve şehirlerinin boşaltılması, Bölgedeki demografik yapının Türkleştirme yönünde değiştirilmesi politikalarının AKP iktidarı döneminde de ve daha da inceltilerek sürdürüldüğünü göstermektedir.
1970’li yıllarda hayata geçirilmeye başlanan GAP, devlet tarım işletmeleri, Barajlar gibi büyük ölçekli endüstriyalist projeler 2000’li yıllardan itibaren konsept entegrasyon projeleri biçiminde yeniden düzenlenmiştir. Bu durum da göç hareketlerinin daha kapsamlı ve derin sonuçlara yol açacak şekilde ve artarak devamına yol açmıştır.
***
GÖÇERTMENİN YOL AÇTIĞI SORUNLAR:
Göçertme politikaları inkâr-imha-asimilasyon-köleleştirme ve talan yaklaşımının en önemli parçalarından birisi olduğundan dolayı coğrafya ve toplum üzerinde çok ağır ve telafisi mümkün olmayan tahribatlara, sorunlara yol açmaktadır. Böylesine kapsamlı olan göç-göçertme yaklaşımının yol açtığı sorunlar ve çözümleri konusunda kuşkusuz başlı başına özel bir çalışmanın gerçekleştirilmesi hayati önemdedir. Ancak konumuz ekonomi olduğundan biz burada dolaylı ve doğrudan ekonomiyle ilgili boyutları irdelemeye çalışacağız.
Ellerinden her şeyleri alınan Kürtlerin göçertmeden sonra yerleşecekleri alanlarda da ağır sorunlarla karşı karşıya kalıp sisteme teslim olmaları, köleleşmeleri dayatılır. Bu çerçevede bazı sorunları ele alırsak:
1-Göç ettirilenlerin yerleştikleri alanlar ve yaşam koşulları:
1985 sonrası köylerinden göçertilenler bir kısmı Bölgedeki şehirler, bir kısmı Türkiye metropolleri ve muhtelif yerleşim birimleri ve bir kısmı da Avrupa’ya gitmektedirler.
Amed, Wan, Batman başta olmak üzere Bölgedeki hemen tüm kentler köylerinden sürülenlerin yoğun yerleştikleri alanlardır. Türkiye metropollerine gidenler Mersin, Adana, İzmir, İstanbul, Manisa, Bursa gibi şehirlerde yoğunluktadır.
Göçertilen insanların ekonomik olarak kendini ayakta tutabilecekleri imkânlar bırakılmadığından dolayı Bölgedeki kentlere ve Türkiye’nin muhtelif şehirlerine yerleşenlerin bir kısmı akraba ve aşiret üyelerinin yardımlarıyla sağlanan mekânlarda yaşarken çoğu şehirlere sonradan eklenen kenar mahalleleri, varoşlar ve gecekondu semtlerinde yaşam mücadelesi vermektedirler. Yol, su, kanalizasyon gibi altyapı hizmetlerinden, ulaşım imkânlarından, sağlık hizmetinden yoksun olan bu mekânlar insan ve toplum sağlığı açısından büyük sorunlar taşımaktadır. Çok sınırlı imkânlarla yapabildikleri gecekondu, baraka ve çadır tipi konutlarda çok kalabalık aileler biçiminde kalmaktadırlar. Temiz ve yeterli su, mutfak, banyo, tuvalet gibi temel ihtiyaçların karşılanmasında bile büyük sorunlar yaşanmaktadır. Bu insanların uğradıkları haksızlık ve zulmün yarattığı travma, yaşadıkları ağır ekonomik-sosyal-kültürel sorunlar, çevre ve konutların sağlık açısından elverişsiz koşulları, beslenme konusundaki sıkıntılar, yazın sıcağı- kışın soğuğuna karşı tedbir alınamaması gibi nedenlerden dolayı altından kalkılamaz psikolojik ve fiziki sağlık sorunları ortaya çıkmaktadır. Türkiye metropolleri ve muhtelif yerlerine yerleşenlerin yaşadıkları sorunlar ve zorluklar yetmiyormuş gibi potansiyel suçlu muamelesi görmekte, polisin, belediyelerin ve devlet kurumlarının günlük baskılarına maruz kalmaktalar. Polis tarafından yönlendirilen yöre halkından bazı grupların saldırılarına uğramaktadırlar. Bununla birlikte yasalar gerekçe gösterilerek yerleştikleri alanlardan sık sık sürgün edilmekte, yaşam mekânları ve konutları kullanılamaz hale getirilmektedir.
2- Göçün sosyal yapı ve kültür üzerindeki etkileri:
Gördükleri baskı ve zulmün etkileri, kalabalık aile yapısının getirdiği sorunlar, köy ve şehir yaşamı arasındaki uyumsuzluk, şehirdeki yaşamın zorlukları, uluslaşma süreci; kimlik ve kültürlerini yaşamalarının engellenmesi, asimilasyon ve entegrasyon hedefleyen politikalar, devlet ve bazı alanlarda yerleşik kültür ve sosyal gruplar tarafından aşağılanma, dışlanma, horlanma, potansiyel suçlu görülme, şiddete maruz kalma gibi ağır sorunlar yanında geçim sıkıntısı da eklenince işin içinden çıkamaz hale gelirler. Yoksul, yoksun, iradesiz, güçsüz ve örgütsüz bırakıldıkları için karşılaştıkları zorluklar ve sorunlara çözüm üretemezler. Maneviyattan kopuk, anlamı zayıflamış ve bir yanıyla oldukça dar ve kapalı ama diğer yanıyla da kendine ve değerlerine yabancılaşmaya açık bir yaşam tarzı dayatılır. Kalan tüm güçlerini geçim sorununu çözmek için harcamalarına rağmen günlük çözümler üretmenin ötesine geçemezler. Bu nedenlerle geleneksel komünal yaşam tarzı, dayanışma, paylaşım gibi toplumsal özellikler zayıflar. Dillerini önemli oranda korumalarına rağmen yaşamın her alanında kullanma imkanları olmadığından geliştiremezler, manevi değerlerini, folklor-gelenekler ve yaşam tarzını sürdürme imkanları olmadığından zamanla daha kolay eritilmeye elverişli hale gelirler. Sosyal yapıda çözülme ve dağılma, kültürel ve ahlaki yozlaşma derinleşir ve giderek kendi olmaktan çıkma durumu yaşanır. Geleneksel akrabalık ve aşiret ilişkileri ortadan kalkar, aileler parçalanır, intiharlar sıradanlaşır, toplum içerisinde yaşanan sorunların çözümünde şiddet öne çıkar, tahammülsüzlük yaygınlaşır.
Göçün en ağır yükü kadınlar ve çocuklara düşer:
Ağır ekonomik, sosyal ve kültürel sorunlar yaşayan göç mağduru ailelerde bu sorunların en yıkıcı sonuçları kadın ve çocuklarda görülür. Yaşam koşullarındaki zorluklar ve sıkıntılarla baş etmek, çocukların bakımı ve eğitimi, ev yaşamının düzenlenmesi, ortaya çıkan sosyal sorunları çözme gibi yükümlülükler kadının üzerine farz kılınır. Hatta eşini kaybetmiş veya eşi çalışamayacak durumda olanlar başta olmak üzere birçok kadın, ailenin geçim sorunlarını çözmeye de mecbur bırakılır. Köyüne ve toplumuna derin özlem duymasına rağmen bunlara ulaşamamanın verdiği acı ve öfke ile göçertme sürecinde yaşadıkları travmaların etkileri yanında, toplumsal yaşama etkin katılımının engellenmesi, şehirde gecekondu yaşamının dar mekân ve ilişkileri, çarpıtılmış ve erkek egemenliğine dayalı aile düzeninden kaynaklanan sorunlar da eklenince kadınlar çok ciddi psikolojik-fiziki rahatsızlıklar, bunalım ve krizler yaşarlar. Çözümsüzlük sonucunda erken ölümler, intiharlar, ailelerin dağılması gibi olaylar yoğunlaşır.
Çocukların toplum ve aile tarafından eğitilmeleri, sosyalleşmeye hazırlanmaları, sağlıklı büyümeleri ve kişilik kazanmaları önemsenmez, çocukluklarını sağlıklı yaşayacak ve doğal gelişimlerini sağlayacak koşullardan mahrum bırakılırlar. Tüm güçleri ve yetenekleriyle aileye maddi katkı sağlamak için çalışmaya zorunlu kılınırlar. Bununla birlikte kişiliklerini olumsuz etkileyen, az gelir getiren, olumlu anlamda yetenek kazandırmayan ve sosyal güvencesi olmayan kâğıt mendil, sakız satma, ayakkabı boyacılığı, hurdacılık gibi işlerde çalışırlar. Örgütlü suç yapılarının ve şebekelerin istismarına uğrayıp uyuşturucu, fuhuş, hırsızlık, kapkaççılık gibi kirli ve ahlak dışı işlere çekilirler. Sigara, uyuşturucu ve tiner gibi zararlı alışkanlıklara bulaştırılırlar. “Yardım dernekleri” adı altında faaliyet yürüten bazı kuruluşlar tarafından tarikat ve diğer siyasal örgütlenmelere çekilerek devşirilirler. Ayrıca göçertmenin yarattığı sorunlar nedeniyle ailelerini ve toplumsal bağlarını kaybetmiş on binlerce çocuk sokakta yaşamaya mecbur kılınırlar. Çalışmaya ve eve para getirmeye mecbur kılınan çocuklar artık giderek çocuk oldukları unutularak ruhsuz maddeler olarak görülür. Para getirmeleri için birçok olumsuz alışkanlıkları ve kötü işlere girmeleri normal görülür; eve para getirmeyen çocuklar da şiddete maruz kalırlar. Yapılan araştırmalarda Türkiye genelinde 50 bin civarında sokak çocuğu olduğu ortaya çıkmıştır. 2000 yılında İstanbul’da kâğıt mendil satan yaklaşık 4000 göç mağduru çocuk olduğu, sokakta çalışan çocukların % 75’inin 1995’ten sonra Bölgeden göçertilenlerin çocukları oldukları tespit edilmiştir. 2003 yılında İstanbul’da adli işlem gören 15 bin üzerindeki çocuğun yaklaşık 10 bininin Amed, Wan ve Batman gibi Bölge kentlerinden kaçırılan ve istismar edilen çocuklar olduğu belirtilmektedir. Bölgeden göçertilenlerin yoğun yaşadıkları yerlerde yapılan araştırmalarda 6-14 yaş gurubunda olan çocukların yaklaşık yarısının çalıştırıldıkları ve bu oranın Türkiye genelinin iki katından fazla olduğu ortaya çıkmıştır.
3-Göç edenlerin ekonomik durumları, faaliyet ve ilişkileri:
Göç ettirmenin temel amaçlarından birisi de Kürtlerin ekonomik alan, faaliyet ve ilişkilerinin çökertilmesidir. Topraklarına, tarlalarına, üretim aletlerine, hayvanlarına, evlerine, eşyalarına el konulması, ormanlarının ve ürünlerinin yakılması, arazilere mayın döşenmesi, yaylaların yasaklanması, yasak bölgeler ilan edilmesi, köylerin ve arazilerin bombalanması ve göçertme kapsamındaki daha birçok uygulama bu amaca hizmet eder. Diğer yandan petrol, madenler, nehirler, geniş ve verimli araziler üzerinde devlet veya özel sermaye tekelindeki büyük ölçekli endüstriyalist projelerin gerçekleştirilmesi gibi uygulamalar da ekonomik işgal ve talan amacına hizmet eder. Göçertme politikalarıyla ekonomik soykırım kapsamında giren birçok hedefe ulaşılmak istenir. Kürt coğrafyası, Kürtlerden “ arındırılarak” kapitalist talana açılır. Yerinden yurdundan edilen insanların maddi kültür değerlerine el konularak devlet ve özel sermaye oluşumlarına aktarılır. Göçertilen insanlar fakir ve neçar bırakılarak en ağır işlerde ve koşullarda çalıştırılır. Sistemin devamı için gerekli beyin gücünün önemli bir kısmı da bu insanlardan karşılanır.
Bölge halkının ekonomisi esasta tarım ve hayvancılığa dayanır. Bununla birlikte kısmen inşaat sektörü, sınır ticareti, çok sınırlı biçimde küçük ve yerel imalat sektörü ve turizme dayalı ekonomik faaliyetler de vardır. Ayrıca son yıllarda önemli bir bürokrasi yapılanması ve orta ölçekli sermaye yatırımları da ortaya çıkmıştır.
Köyleri boşaltılan insanlar esasta tarım ve hayvancılıkla, çok az bir kısmı da sınır ticaretiyle uğraşmaktadırlar. Köylerindeki arazileri, hayvanları ve diğer maddi değerlerine el konulmakta ya da imha edilmektedirler. Göçertme ardından süren baskılar nedeniyle de bunları işletememekte veya paraya çevirip de başka bir işe yatıramamaktadırlar. Yani, köylerinde geçim dertleri ve iş bulamama sorunları yokken göçertildikten sonra en büyük dertleri geçim sıkıntısı ve iş bulma peşinde koşmak olur.
Çalışabilecek olan fertler sürekli iş bulma arayışına girerler. Koşulları ağır, ücretleri az, sosyal güvencesi olmayan, geçici veya günübirlik, riskleri fazla, özel bir beceri gerektirmeyen, sosyalleşmeden koparan işlerde çalışmak zorunda bırakılırlar. Ancak buna rağmen ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde çalışabilecekleri işleri bulmak oldukça zordur.
Bu çerçevede göç ettirilenlerin ekonomik faaliyetlerini değerlendirirsek:
Tarımsal alan: Çukurova ve Antalya’da narenciye, pamuk, sebze-meyve tarımındaki toplama, paketleme ve depolama işlerinde çalışanların tamamına yakını, Karadeniz’de fındık toplama işlerinde çalışanların çoğunluğu 1985 sonrası köylerinden göçertilen Kürtlerden oluşmaktadır. Bu işlerde çalışan Kürtlerin bir kısmı Çukurova’da yerleşmişken bir kısmı da Bölge’deki şehirlerde yaşamakta olup iş zamanlarında söz konusu alanlara intikal etmektedirler. Bu işlerde herhangi sosyal güvence yoktur, uzun süreli çalışma gerektiren ağır işlerdir, ücretleri oldukça düşüktür. Aynı üretimi gerçekleştirmelerine rağmen erkek, kadın ve çocuklar arasında ücret farkları vardır. Bununla birlikte sık sık işveren tarafından çeşitli gerekçelerle ücretleri ödenmez veya eksiltilir. İşverenler ve polis tarafından yönlendirilen yerel grupların saldırılarına ve linç girişimlerine maruz kalırlar. Kendi dillerini konuşmaları engellenir. Potansiyel suçlu muamelesi görülüp aşağılanırlar.
İnşaat sektörü: Türkiye genelinde inşaat sektöründe işçi olarak yer alanların büyük çoğunluğu Kürtlerdir. 1985 yılından önce göç ettirilenler kalfa, taşeron ve hatta müteahhit düzeylerinde önemli bir ağırlığı teşkil ederken 85 sonrası gelenlerin çoğunluğu amele ve usta düzeyinde çalışmaktadırlar. Ağır ve riskli olan inşaat işçiliğinde ücretler de beceri düzeyine göre değişebilmektedir. Hava koşulları, piyasanın durgunluğu yanı sıra yoğun teknolojinin giderek yaygınlaşması da inşaat alanında çalışanların daha fazla işsizleşmesine ve koşullarının ağırlaşmasına, ücretlerin düşmesine yol açmaktadır. Son yıllarda inşaat sektöründe çalışanların da sık sık linç girişimlerine, haklarına el konmalarına ve kovulmalarına tanık olunmaktadır.
Seyyar satıcılık, pazarcılık ve benzeri küçük çaplı işler: Göç mağdurlarının en fazla yaptıkları işlerden biri de seyyar satıcılık ve pazarcılıktır. Fazla sermaye ve özel bir beceri gerektirmeyen seyyar satıcılık da yapılan diğer işler gibi sorunları ve riskleri fazla ancak geliri az olan, sosyal güvencesi olmayan bir faaliyettir. Zabıta ve polis tarafından potansiyel suçlu muamelesi görülüp sürekli rahatsız edilmektedirler. Sık sık tablalarına ve sattıkları mallarına el konulmakta, cezaya tabii tutulmakta, yerlerinden kovulmakta ve hatta açık şiddete maruz kalmaktadırlar. Bunun yanı sıra yerel kültür ve topluluklar tarafından aşağılanmakta ve zaman zaman da saldırı ve haksızlıklara uğramaktadırlar. Sebze-meyve ile zamana ve mekâna göre değişebilen mısır, midye dolması, meşrubat, tantuni-kebap, simit-börek-tatlı gibi gıda ürünleri, elbise-kumaş-ayakkabı gibi giyecek ürünleri, halı, mutfak eşyaları gibi ihtiyaç malzemeleri ve küçük ihtiyaç mamulleri gibi metaları satarak geçimini sağlamaya çalışan seyyar satıcıların ellerindeki çok kısıtlı çalışma imkânları da liberal politikalarla birlikte gün geçtikçe ortadan kalkmaktadır. Aslında seyyar satıcılığın yerleşik hali olan pazarcılık da benzer özellikler ve sorunlar taşımaktadır. Ek olarak yer bulma sorunu, vergi, fiyat, rekabet gibi sorunlar pazarcılığın kendine has zorlukları olmaktadır.
Hurdacılık da göç mağdurlarının yaptığı işlerden biridir. Eski kâğıt, demir, şişe gibi malzemeleri toplayarak satan ve geçimini bu yolla sağlamaya çalışan binlerce göç mağduru insan vardır.
Çocukların çoğu da mendil, sakız, simit satma, ayakkabı boyacılığı, araba temizleme işlerinde çalışmaktadırlar.
Tekstil sektörü: Tekstil sektörünün endüstriyalist temelde ve büyük şirketlerin tekellerine göre düzenlenmesi sonucunda bu alanda büyük bir işgücü ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Çalışma koşullarının oldukça ağır ve yıpratıcı, ücretlerin düşük olduğu, sosyal güvence ve örgütlenme olanaklarının bulunmadığı tekstil sektöründe yerleşik kültür ve toplumdan insanlar çalışmadıklarından iş yine Kürtlere düşmektedir. İstanbul ve çevresinde merkezileşen bu sektörde işçi olarak çalışanların çoğu 1985 sonrası göçertilen Kürtlerdir. Bu işkolunda çalışan Kürtlerin çoğunluğu gençler ve kadınlardır. Ailelerde yaşanan ağır sorunlar yanında uzun çalışma saatleri, tekdüze yaşam ve çalışma, politikadan ve toplumdan uzak; kapalı mekân ve ilişkiler nedeniyle ve ayrıca suç şebekelerinin çabaları sonucunda burada çalışanlar; eğer güçlü karaktere sahip değillerse ve kendilerini eğitemezlerse yaşama, kendi toplumuna ve değerlerine yabancılaşmakta, arabesk ve nihilist olmakta, ahlaki ve kültürel yozlaşmayı yaşamakta ya da tarikat çemberine alınmaktadırlar. Ayrıca bu işkolunda çok ciddi psikolojik ve fiziksel rahatsızlıklar görülmektedir. Örneğin Kürt işçilerin çoğunlukta olduğu kot taşlama işine özgü ölümcül silikozis hastalığından sadece Çewlêk’e bağlı bir köyde 70’in üzerinde kişi çaresizce ölümlerini beklemektedirler.
Esnaflık ve hizmet sektörü: Son dönemde göçertilenler içerisinde de çok az bir kısmı kurtarabildikleri arazileri ve malvarlıklarını paraya çevirerek veya akraba desteği alarak esnaflığa yönelmektedirler. Bu kişiler bakkal, manav, tuhafiye, inşaat malzemeleri satış yerleri gibi küçük ölçekli ticaret yapmakta ya da lokanta, kahvehane türü işletmeler çalıştırmaktadırlar. Ancak vergilerin yükselmesi, işletme koşullarının ağırlaşması, alım gücünün düşmesi, her alanda ticaretin merkezileşmesi ve tekelleşmesi gibi nedenlerden dolayı esnaflık yapanlar da büyük sıkıntılarla karşılaşmaktadırlar.
Diğer işler: 1985 yılından sonra göçertilenler içerisinde az sayıda olsa da elektrikçilik, tamircilik, mobilyacılık, kaynakçılık gibi değişik meslekleri icra edenler vardır. Genellikle köylerinden göçertildikten sonra bir süre Bölge’deki şehirlerde kalan bu kişiler daha sonra göç ettikleri şehirlerde mesleklerine denk gelen işler bulamamaktadırlar.
Yapılan işlerin ortak özellikleri ve taşıdıkları sorunlara baktığımızda şu sonuçlarla karşılaşırız:
Her şeyden önce “statüsüz halka statüsüz işler düşer” der gibi yapılan işlerin statüsüz olması. İş bulmanın sürekli olmaması ve istikrarsız, günübirlik, geçici, iklim ve piyasa koşullarına bağlı olması. Sosyal güvenceden yoksunluk. İşlerin ağır, yıpratıcı, sosyalleşmeden uzaklaştırıcı, ancak ücretin az olması. Yapılan işlerin ciddi fiziksel-psikolojik rahatsızlık ve sakatlanmalara yol açıyor olması. Yasal ve yasadışı zorluklar ve sıkıntılarla sürekli karşılaşılması. Örgütlenme ve politikleşme olanaklarının olmaması.
Mersin, İstanbul, İzmir gibi şehirlerde 1985 sonrası göç ettirilenler arasında yapılan araştırmalarda çalışanların % 80-85’inin işlerinden memnun olmadıkları ve daha iyi iş aradıkları ortaya konmaktadır.
***
KÖYE DÖNÜŞ
Köylerinde ve topraklarında daha iyi bir yaşam kurduklarına inanan Bölge halkı köyleri boşaltılıp sürgün edildikten, şehirlerinden göçertildikten sonra sürekli köyüne, memleketine; yerine yurduna dönme arayışında olmuştur. Sonradan yerleştikleri yerlerde karşılaştıkları ekonomik, siyasal, kültürel ve sosyal zorluklar ile sorunlar, toprağından ve toplumundan koparılmış olmanın verdiği acı ve yabancı mekânlardaki yaşam dayatmasının ağırlığı ve ayrıca tarihsel bir kültüre sahip olmanın bilinci ve sezgisi nedeniyle bu özlem sürekli canlı kalmıştır. Örneğin Mersin, Adana, Amed, İstanbul, İzmir gibi şehirlerde yapılan anket ve araştırmalarda 1985 sonrası göçertilen Kürtlerin % 80’i köylerine geri dönmek istediklerini belirtmişlerdir. PKK’nin tek taraflı ateşkesleri nedeniyle 1996 ile 2002 arasındaki görece az çatışmalı dönemde köylülerin yaklaşık % 5’inin köylerine geri döndükleri yapılan araştırmalarla ortaya konmaktadır. Yoğun göçertmenin toplumsal patlama ve kentlerin çöküşü; yani amaçlanandan tersi sonuçlara yol açabileceği ihtimalini gören devlet köye dönüşler konusunda bazı projeler hazırlama yoluna gitmiştir.
Köye dönüşler konusunda devletin girişimleri:
Hükümet, 1995 yılında Güneydoğu’da yeniden yapılanma Projesi çerçevesinde Köye Dönüş Projesi adıyla bir proje başlatmıştır. Bu temelde yeniden yerleşime tabii tutulacakların ekonomik faaliyetlere yönlendirilmesi için teşvikler de bu proje de yer almıştır. Ancak daha sonra bu projeden yararlanmak isteyenlerin bir OHAL Valiliği tarafından idare edilen bir komisyona başvurmaları şart koşulmuştur. 2000 yılı Mayıs ayında ise Doğu ve Güneydoğu Anadolu Eylem Planı adıyla bir başka plan devreye konmuştur. Bu plan, göç ettirilmiş olanların köylerine dönüşü veya yeni merkez köylere yerleştirilmesi için desteklenmesini içermekteydi. Diyarbakır Belediye Başkanına göre o dönemin parasıyla aslında 700 trilyona ihtiyaç duyulduğu halde Kasım 2001 Tarihinde ise İç işleri bakanı Kazım Yücelen, Hükümetin Köye Dönüş Projesi için 3.2 trilyon ayırdığını belirtmiştir.
Merkez köyler projesi:
Dağınık dağ köylerini kontrol edilebilecek şekilde kentlere yakın merkezlerde toplamayı hedefleyen merkez köy projesini dönemin başbakanı Tansu Çiller 1994 yılında ilan eder. 12 bin aile için Diyarbakır ve Batman’da güvenlikli alanlar yaratmak gerekçesiyle merkez köylerin oluşturulmasının içeren bu planın uygulanması için Avrupa Konseyinden yaklaşık 275 milyon dolar istenir. Ancak Avrupa Konseyi bu projenin iflas edeceği kaygısıyla finansman sağlamaz. Ancak 2000 yılına kadar bazı alanlarda merkez köyler yapılır.
Tansu Çiller döneminde gerçekleşmeyen proje daha sonraki dönemlerde gerçekleştirilmek istenir. Sêrt il merkezine yakın Çetinkol köyü 2000 yılında merkez köy olarak yeniden inşa edilir. 2001 yılında başbakan Bülent Ecevit merkez köyler projesini yaygınlaştırmak istediklerini beyan eder. Bu temelde 2001 yılında Şirnex’ın önce Başağaç ve daha sonra Konalga ve Bayraklı köylerinde merkez köyler kurulur.
Ayıca Haziran 2001 tarihinden itibaren Diyarbakır merkeze yakın 500 evler, 450 evler isminde merkez köyler. Kulp’un İslamköy ve Buçuktepe köylerinde cazibe merkezleri adıyla merkez köyler inşa edilmiştir.
ABD devlet bakanlığının 2001 yılı raporuna göre 4 bin kişi Bölgede yapılan merkez köylerde yaşamaktadır.
Merkez köyler projesi varlık itibariyle inkâr-imha-asimilasyon mantığına dayanmakla birlikte gerçekleştirilmesinde ve kullanılmasında esas alınan yöntemler de çözümlerden çok sorun üretmiştir.
Bölge halkının manevi-maddi kültürüne, isteklerine ihtiyaçlarına aykırı biçimde hazırlanmış, halkın geleneksel tarım ve hayvancılık faaliyetlerinin engellenmesine yol açılmış, devlet-özel sermaye ye para kazandırılmıştır. Yani pozitivist yaklaşımla köylüye şehirli yaşamı dayatılmıştır. Ayrıca bazı yerlerde bu köylere korucular yerleştirilmiştir.
Köye dönüşler konusunda içten ve dıştan devlete yönelen eleştirilerin artması, bu konuda AİHM’e çok sayıda tazminat başvurusunun yapılması, o zamana kadarki projelerin başarısızlığı nedeniyle hükümet 2004 yılından itibaren bir takım girişimler başlatmıştır. Bunlardan en fazla öne çıkanları sıralarsak:
Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etüdleri Enstitüsü tarafından Bölgeden göçertilen nüfus konusunda Türkiye genelinde bir anket yapılmıştır. Temmuz 2004 tarihinde “ terör ve terörle mücadeleden doğan zararların karşılanması hakkında kanun” yani 5233 numaralı Tazminat Yasası çıkarılmıştır. Bakanlar kurulu geri dönüşlerle ilgili uygulamaların BM’nin bu konudaki yol gösterici ilkeleriyle uyumlu şekilde yürütüleceğini açıklamıştır. T.C. Dış işleri bakanlığıyla UNDP arasında yerinden edilmiş nüfusun sorunlarının çözümü yönünde görüş birliğini belirten bir anlaşma imzalanmıştır.
Ancak bu girişimlerin uygulamaya geçen boyutlarını incelersek aslında sorunun gerçek anlamda çözümünün hedeflenmediği, daha çok iç ve dış kamuoyundan gelen eleştirilerin azaltılmasının ve olası sosyal patlamaların önlenmesinin hedeflendiği, AİHM’de açılan çok sayıda davanın getireceği maddi yükümlülükten ve hukuksal sıkıntılardan kurtulunmak istendiği, sorunun devletin Kürt sorunu konusundaki temel politikası temelinde çözülmek istendiği açığa çıkmaktadır.
5233 sayılı Tazminat Kanunu “ terör ve terörle mücadeleden doğan zararların karşılanması hakkında kanun” biçiminde adlandırılmıştır. Kanunun “Genel Gerekçe”sinde ise “Zararların sosyal risk ilkesine dayanarak karşılanması. Devlete olan güveni pekiştirecek; vatandaşla Devlet kaynaşmasını artıracak, terörle mücadeleye ve toplumsal barışa önemli katkıda bulunacaktır”; İki paragraf sonra ise, “zaten Ulusal Program’a göre bu yasanın 2004 yılında çıkarılmak zorunda olduğu ve bu yasa sayesinde AİHM’ye sadece sulh yoluyla sonuç alamayanların başvurabilecekleri” diye belirtilmektedir.
Her şeyden önce kanunun adlandırılması bile soruna doğru kaygıları haklı çıkarmaktadır. Bununla birlikte gerekçeler de yasanın hangi amaçla çıkarıldığı, bu yasanın uygulanmasında hangi yöntemler izleneceği ve bunun “devlete ne kadar katkısı olacağı” açıkça belirtilmektedir. Nitekim yasanın çıkmasından hemen sonra çoğunluğu Amed ve Dêrsîm gibi alanlardan göçertilenlerin tazminat yasası kapsamında yaptığı 400 dolayında başvuru Tazminat Yasası gereğince “ sulh” yani devletle davacılar arasında uzlaşma yoluyla çözülmüştür. Bu olaydan sonra AİHM köy boşaltmaları konulu dava başvurularının çoğunluğunu Tazminat Yasasından yararlanmadıkları yani iç hukuk yolunu tüketmedikleri gerekçesiyle kabul etmemiştir. Buna karşın, Tazminat Yasası için başvuranlar da çeşitli baskı yöntemlerine maruz kalarak uğradıkları maddi zararların çok az kısmını tazmin ettirebilmektedirler. Bununla birlikte yapılan başvuruların çoğunluğu çeşitli gerekçelerle ret edilmektedir. Valiler ve OHAL denetimindeki zarar tespit komisyonlarında devlet memuru dışında sadece yerel barodan bir avukat yer alabilmektedir. Zararını ispatlamak için köylüden resmi belge istenmekte hâlbuki böyle bir belgeyi köylünün bulmasının mümkün olmadığı bilinmektedir. 2005 yılında bu konuda bir değişiklik yapılmasına rağmen daha sonra Amed ve Elezîz’de yapılan yüzlerce başvuru benzeri belgeler eksik olduğundan reddedilmiştir. Örneğin Amed’de 8 Temmuz 2002 itibari ile yapılan 18.240 başvurudan sadece 369'u, yani yaklaşık % 2’si ancak sonuçlanabilmiştir.
Tazminat yasasından yararlanmak isteyenlere onur kırıcı, gerçekleri çarpıtmaya ve PKK’ye karşı uluslararası ve hukuksal alanda mücadelede devletin elini güçlendirecek bir belge imzalatılmakta; bu belgenin imzalanmaması halinde ise Tazminat ödenmemektedir.
Ayrıca birçok yerde köye dönmek isteyenlere, ilgili karakol tarafından boş beyaz bir kâğıt imzalamaları dayatılmakta, bunun yapılmaması halinde ise izin verilmemektedir.
Köye dönüşlerle ilgili ulaşılan sonuçlar:
KHRP’nin Haziran 2002 tarihli “Ülke İçinde Göç Ettirilen İnsanlar-Türkiye’deki Kürtler” adlı raporundan alıntılarsak: “T.C. hükümetinin 1997 raporunda, Güneydoğuda 15.314 kişinin köylerine döndüğü belirtilir. OHAL Valiliğinin 11 Kasım 1997 tarihinde açıklanan resmî rakamlarına göre göç ettirilenlerden %6’sı evlerine dönmüştür. TBMM İnsan Hakları Komisyonu’nun 1998 yılı raporunda, hükümetin köylülere verdiği köylerine dönmeleri ile ilgili sözünü tutmadığı ifade edilir ve bu konuda kapsamlı bir strateji önerilir.
İl valiliklerine ve OHAL valiliğine yapılan dönüş başvuruları kabul edilirse ancak köylüler dönebilirler. OHAL Valiliği 2000 yılında yapılan 131 bin başvurudan sadece 64 bininin kabul edildiğini, daha önceki 8 yıllık sürede de 26 bin başvuruya onay verildiğini belirtmiştir. Jandarma Genel Komutanlığı ise aynı yıl içinde yapılan 238.900 başvurudan üçte biri onaylanmış, geri kalanları ise “güvenlik” gerekçesiyle ret edilmiştir.”
Devletin farklı kurumlarının konuyla ilgili açıklamalarında birbirine yakın rakamlar verilmekle birlikte 2002 yılı itibariyle köylerine dönenlerin sayısının 100 binden az olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca bu insanların ne kadarının gerçekten kendi köylerine döndükleri ne kadarının da merkez köylere yerleştirildikleri bilinmemektedir.
Elde edilen son veriler ise Bölge genelinde 2.000 civarında köy ve mezranın meskûn olduğunu göstermektedir. Ancak bu köylerdeki nüfusun göçertilmeden önceki gibi olup olmadığı bilinmemektedir.
Ancak inkâr-imha-asimilasyon yaklaşımı aşılıp sorunun gerçek anlamda çözümü konusunda samimi olunmadığı ve bu temelde bir temel politika değişikliğine gidilmediği için köye dönüşler konusundaki çalışmalar da olumlu anlamda sonuçlara yol açmamıştır.
Bununla birlikte halkın kendi imkânlarıyla köylerine dönmeleri yasal veya örtülü engellerle karşılaşmış, resmi izin müracaatları dikkate alınmamış, köye dönüşler konusunda çalışma yapmak ve proje gerçekleştirmek isteyen sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarına izin verilmemiş ve hatta baskıya maruz kalmışlardır. Örneğin göç ettirilenlerin sorunlarına çözüm bulmak için kurulan Göç-Der adlı kuruluşun girişimleri devlet nezdinde dikkate alınmadığı gibi son yıllarda gündeme gelen yoğun baskılar ve tutuklamalardan da nasibini almıştır. Göç-Der 1998-99 yıllarında köylerine geri dönmek isteyen 17.914 ailenin dilekçelerini TBMM’ye sunmuş bunun yanı sıra köylülerin göç ettirildikleri yerlerdeki resmi yerel yetkililere benzer talepler içeren dilekçeleri sunmalarına yardımcı olmuş ancak hiç bir olumlu cevap alamamıştır.
Köye dönüşler konusunda son yıllarda köy yaşatma dernekleri, yardım kampanyaları ve dernekleri, göç edenlerle dayanışma dernekleri gibi oluşum ve girişimler gerçekleşse de bu çabalar ve kurumlar yasal ve yasal olmayan engellerle karşılaşmaktadır.
Bununla birlikte köylülerin devlet kurumlarından resmi ve belgeli izin almadan köylerine dönmeleri de mümkün değildir. 2000 yılından itibaren köylerine dönmek isteyen ve hatta izin de alan birçok köylü öldürülmüştür.
Hatta izin alıp da köylerine yerleşmek isteyenler korucuların ve askerlerin yoğun baskılarıyla karşılaşmaktadırlar.
İzin alan ve herhangi bir baskıyla karşılaşmayanlar bile köylerinde ihtiyaçlarını karşılayacakları ve geçimlerini sağlayacakları bir şey bırakılmadığı için kendilerini zor bela ayakta tutabilmektedirler.